Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıldönümü. Darbenin üzerinden 35 yıl geçti. Binlerce mağdur hala darbe döneminden kalma işkence izlerini ruhlarında ve bedenlerinde taşıyor. 22 yaşında sınıf öğretmeniyken tutuklanan zamanın genç Türk Milliyetçisi İhya Vural’dan 12 Eylül darbesinin yıldönümünde samimi açıklamalar geldi. 12 Eylül’ü çekinmeden anlatan Vural, bu röportajda sizleri o korkunç günlere geri götürecek.

İhya Vural, “İdam’ın şakası olur mu? Biz yapardık. Fırsat buldukça birbirimize şaka yaparken, bir yerde de sehpalara nasıl yürümemiz gerektiğini konuşur, Türk Milliyetçiliği Ülküsü uğruna verilecek canın kutsallığından bahseder, birbirimizi o günlere hazırlamaya çalışırdık” diyor..

İşte ‘Allah’ım o günleri bizlere bir daha yaşatmasın’ diye dualar edeceğiniz, duygulanacağınız, hatta göz yaşlarınıza hakim olamayacağınız o röportaj sizlerle..

 

12 EYLÜL DARBESİ’NİN CANLI TANIĞI KONUŞTU

SORU: 12 Eylül tarihi size ne anlatıyor, neden ceza evine girdiniz?

İHYA VURAL: 12 Eylül denince ilk aklıma gelen, insanlık suçu, işkence, zulüm, rafa kaldırılan yasalar ve anayasa. 12 Eylül’de gözaltına alınmamın tek nedeni; “Türk Yurdu Anadolu”yu Türk Milleti’ne karşı cehenneme çevirmek isteyen güçlerin maşaları, Rus ve Çin ajanlarına karşı mücadele eden Türk Milliyetçisi ülkücü gençlerin derneği olan Kılıçarslan Ülkü Ocağı  Başkanı olmamdı.

İhtilalin ilk günü, gece saat 22.00 sularında, polis ve askerlerden oluşan resmi kıyafetli “TİM” tarafından, evimde gözaltına alınıp, ‘Ulaştırma’ denilen, askeri bölgeye götürüldüm. .

 Ülkü ocakları başkanları başta olmak üzere, ülkü ocaklarına üye olan, sempati duyan suçlu suçsuz hepimiz gözaltına alındık. Hatta sabaha karşı 4.00’da ihtilal kararı alınmış. Sabah kalktığımızda sokağa çıkma yasağı vardı. Tüm cadde ve sokaklarda silahlı askerler nöbet tutuyordu. Öğle saatlerine doğru bir – iki saat ihtiyaç gidermek için (ekmek ihtiyacı)  izin verildi, ben o zaman askerlere çay ikram ettim. Dernek de (Kılıçaslan Ülkü Ocakları) eski stada yakın bir yerdeydi. Derneğe gittim, oranın etrafını da askerler çevirmişti. O an yapacak bir şey olmadığını düşünerek eve döndüm. Ondan bir – iki saat sonra da zaten askerler derneğin kapısını kırıp içeri girmişler. Başkanı olduğum dernek içinde bulunan belge ve eşyalara el koymuşlardı. Bu uygulama yasal değildi. Adı ihtilaldi, yasalar ve hukuk işlemiyordu.

 İhtilalciler tüm yasaları rafa kaldırmıştı. Adres ve tüm bilgilerimiz yasal dernekler aracılığı ile ellerinde olduğu için, dernek başkanları başta olmak üzere akıllarına gelen ülkücüleri gözaltına aldılar. Beni önce Ulaştırma Garnizonluğu’na götürdüler. Orası, yıllar önce suç işleyen askerler için inşa edilmiş bir cezaeviydi ve sağ, sol, döviz kaçakçıları, silah kaçakçıları, kim varsa getirilmişti. Ama sayı olarak en fazla ülkücüler vardı, İslami kesimden getirilenlerin sayısı yok denecek kadar azdı. Sol örgütler illegal olduğu, yer altı faaliyetler yürüttükleri için sayıları ilk günlerde bizlere (Ülkücüler) göre çok azdı. İhtilalin ilerleyen günlerinde, sol örgüt üyeleri de getirilmeye başlandı. İlk günlerde ihtilalin sadece Ülkücülere karşı yapıldığı düşüncesine kapıldım. Gözaltına alınanların tamamına yakını Ülkücülerden oluşuyordu. Sonraki günlerde sol örgüt üyeleri de getirilince ihtilalin sadece bize karşı yapılmadığını gördük.

Konut satış sayıları açıklandı! Bakın Kayseri kaçıncı sırada Konut satış sayıları açıklandı! Bakın Kayseri kaçıncı sırada

İhtilalin ilk günlerinde, şartların zor olmasına rağmen fiziki olarak hiçbir baskı yapılmadı. Daha sonra da sorgular ile birlikte işkenceler başladı. Sorgular tamamen işkenceye dayalı yapılıyor, suçlu olduğuna inanılan, olaylara karıştığı istihbaratı alınmış, işkence sonucu arkadaşları tarafından bilgi verilmiş kişilerin karıştıkları olayın delilini ortaya çıkarmak için baskı yapılıyordu. Elinde maddi delil olduğuna inanılan kişi, istenilen delili çıkarmıyorsa o kişilere isnat edilen suçun nevine göre işkence yapılıyordu. En ağır işkence cinayet suçu isnadı ile karşı karşıya olduğu halde olayın maddi delilini çıkarmayan, olayın ayrıntılarını anlatmayan kişilere yapılıyordu. Bilgi veren kişilere kesinlikle işkence yapılmıyor, tam tersi o kişiler ödüllendiriliyordu. 

SORU: Ceza evine girdiğinizde kaç yaşındaydınız?

İHYA VURAL: Ceza evine girdiğimde 22 yaşında, Kahramanmaraş’ın, Andırın ilçesi’nin, Geben Nahiyesi’nde sınıf öğretmeni olarak görev yapmış, önümüzdeki eğitim-öğretim yılı için tayinim Kayseri-Ahmet Paşa İlkokuluna çıkmıştı.

“KENAN EVREN’İN İŞKENCECİLERİ VE TÜRK MİLLİYETÇİLERİNE KİN VE NEFRET İLE DOLU HAKİM VE SAVCILARI..”

SORU: Ceza evine girmeden önce nasıl biriydiniz, ceza evi hayatınızı nasıl değiştirdi?

İHYA VURAL: Ceza Evi öncesi, hayata ve olaylara sadece bir pencereden bakan, lise sonrası Eğitim Enstitüsü’nde eğitim görmüş, Ülkücü görüşü benimseyen, kendi halinde bir insandım. Haklı olduğum halde çıkan anlaşmazlıklarda karşı tarafa, hak konusunda öncelik tanıyan bir yapım vardı. Ceza evi, ihtilal, sorgular, yanlı mahkemeler, savunduğumuz Türk Milliyetçiliği ideolojisi ve Ülkücü olmamız nedeni ile karşımızda olan güçlerin ideolojilerini savunan, o kişilerin devlet yönetiminde aldıkları yerlerden kaynaklanan güçleri sonucu yaptıkları ayrımların etkisinden olsa gerek, hayata ve olaylara bakış açım çok değişti. Hayata ve olaylara bırakın birkaç pencereden bakmayı, onlarca pencereden bakmaya, haklı olduğum konularda taviz vermemeye başladım. Hayat tecrübeme göre olayları analiz eder, iyi olduğuna karar verdiğin her olay, konu ve insanlara yaklaşımımda bahar yeli gibi davranırım. İdeolojim dahil hayatın her alanında ve olaylarda, haklılık noktasında hiçbir konuda taviz vermem. Bu anlattığım hususların okullarda aldığımız eğitimlerdeki konulardan çok daha farklı olduklarını gördüm. Çok zor şartlarda yaşanılarak öğrenilen konulardı. Sonlarında hep soruları zor imtihan gibiydiler. Ben o imtihanları başarı ile geçtiğime inanıyorum. Bu eğitimleri alabilmeniz için Kenan Evren’in işkencecileri ve Türk Milliyetçilerine kin ve nefret ile dolu hakim ve savcıları ile karşılaşmanız gerekir. Ülkücü bir arkadaşımızın, 12 Eylül ihtilali öncesi sivil mahkemelerde devam eden bir yargılaması vardı. Bu yargılamadan habersiz ihtilalin mahkemeleri de aynı olaydan dava açmış. İki mahkeme birbirinden habersiz, aynı olayın yargılamasını yapıp  sonuçlandırmış. Sivil mahkemenin 24 yıl ceza verdiği, olaya ihtilal mahkemesi önce “İDAM” , İyi hal uygulaması sonrasında cezayı müebbet cezaya çevirmiş. Ülkücü düşmanlığına en güzel örneklerden birisi olarak bu yargılamayı gösterebiliriz.

“İŞKENCECİ OLDUKLARINI GÖRDÜKTEN SONRA…”

İhtilalde ben onlarca suçlamadan sorguya çekildim. İlk başlarda çok iyi niyetle baktığım sorgucuların, birer işkenceci olduklarını gördükten sonra, daha fazla direnmeye başladım. Türk çocuklarına işkence yapmak  için yaratılmış, ayrı bir varlıklar olduklarına inandım. İşte o andan sonra benim kurtuluş mücadelem başladı. Her soruya bilmiyorum, var dediklerine yok diyor, görmedim, duymadım, bilmiyorum cevabını veriyordum. O tarihlerde can güvenliğimiz için taşıdığımız üç silahın dernekten çıktığı söylenirken, sonradan tek bir silah olduğunu öğreniyorum. Sorgu ekibi de  ortada olan o silahı bana sormuyor, benden başka bir silahı çıkarmamı istiyorlardı. Ben cevap olarak; Benim elime hayatımda hiç silah değmedi. Ben silahları sadece polis ve askerlerin üzerinde, bir de av malzemesi satan yerlerde gördüğümü anlatıyordum. Sorgu yapan işkenceciler çıldırıyordu. 9 gün bir, ayrıca 12 gün bir olmak üzere toplam 21 gün süren sorgularımda suç kabul etmiyordum. İkinci aşama sorgumun başladığı günlerde, gözlerim bağlı beton zeminde ayakta beklediğim bir anda hücreme bir kişi geldi. O anda küçük hücrelerde 7-8 kişi ayakta duruyor, başka bir bölümde sorgu yapıldıktan sonra tekrar aynı hücreye konuluyorduk.  Sorgular mesai saatleri içinde yapılıyor, 24 saat hücre önlerinde nöbetçiler bekliyordu. Bahsettiğim kişi yanıma gece geldi. Gözlerim bağlı olduğu için yüzünü görmüyordum. Fısıltı ile kulağıma eğilip; -Adın, soyadın. dedi. Aynı ses tonu ile cevap verdim. Kapıda bekleyen nöbetçi ile ne konuştuğunu bilmiyorum. Koluma girip, beni hücre dışına çıkardı. Sorgu odalarının olduğu yöne doğru koridorda yürüdük. Bahçe olduğunu düşündüğüm yere geldiğimizde yine fısıltı ile benden istenilen silahı çıkarmamamı, çıkardığım taktirde “İDAM” edileceğimi, direnmemi, sorgumun bitmesine de üç gün kaldığını  söylüyordu. Bende cevaben; - Efendim ben de öyle bir silah yok, ben yapılan sorgulamamda silah görmediğimi söyledim. deyince; -Bunları bana direndiğimi bildiği için söylediğini, direnen bir kişi olmasam güvenip söyleyemeyeceğini belirtiyordu. Son üç günüm kaldığını, bu son üç günün çok çetin geçeceğini bildirdi ve tekrar hücreme getirip, yanımdan ayrıldı. Ben bu kişinin de önce iyi polis rolü oynayan bir görevli olduğunu düşündüm. Sonrası mı ? Gerçekten sorgu daha çetin geçmeye, işkencelerin dozu artmaya başladı. İşkenceyi yapanlar yorulmak bilmiyordu. Kaç kişiydiler, ne ile vuruyorlar, ilk anlarda hissetseniz de sonraları hissedemiyor, ancak bayılınca, işkenceye ara veriliyor, ayılınca kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Benimle konuşan kişinin söylediklerinden birisi gerçekleşmişti. Gerçekten söylediği gibi sorgum üç gün sonra bitmiş.  O kişinin söylediği ikinci konu da doğru çıkmıştı. O kişi söylemese de ben kararımı vermiş, Ülkücü Bozkurt olduğumu işkencecilere göstermiş, istenileni çıkarmayarak “İDAM” dan kurtulmuştum. Benim kararlılığımı bilse de benim iyiliğimi isteyen kişi kimdi, şu an yaşıyor mu ? Bilemiyorum. Ancak, Oğuz soylu birisi, Türk Milliyetçilerini koruyan bir Türk Subayı olduğuna inanıyorum. Kardeşim, yaşıyorsan, size sağlıklı ömürler, Hakk’a yürüdüyseniz rahmet diliyorum.

Sorgularda konuşmamam üzerine 6 ay 13 gün sonra beni tahliye etmek zorunda kaldılar. Hiçbir suç unsuru bulunamamıştı. Çıkıp görevime başlamıştım. Ancak Başbuğumuzun ceza evinde olması, Kayseri’de iş yerine ziyaretine gittiğim Ülkücü bir ağabeyimin yanına gelen, üç bayanın, ihtilalde aynı ceza evinde kaldığım ülkücü arkadaşlarımın anneleri olması ve anlattıkları sıkıntılar beni kahretmeye yetmişti. Sıkıntılarını anlatırken, tek kuruş paraları olmadığı gibi yiyecek ekmekleri kalmadığını bildiriyorlardı. İş sahibi ağabeyim bana bazı adresler verdi. Bayanlar ile o adreslerden temel gıdalar alıp, birlikte evlerine götürdük. Evlerine girdiğimizde, gerçektende durumlarının anlatılanlardan daha kötü olduğunu gördüm.  Yardım istediğim, birlikte ses getirecek eylem yapmak istediğimi söylediğim hiçbir arkadaşım fikrime yok demiyor, söylediklerimi kabul ediyorlardı. Elbette ben söylenecek arkadaşlarımı biliyordum. Sonrasında eylemlere devam ettim. Kenan Evren’in “İDAM” ları gerçekleştirdiği günlerde eylem yapmak bana oyun gibi geliyordu. Katıldığım, üç kişi olduğumuz bir eylem sonrası sadece ben tutuklandım. Bu sefer yanımda silahımda vardı. Ancak silah başka olaylarda, benim haberim olmayan yerlerde de  kullanılmıştı. Balistik sonuçları hiç iç açıcı değildi. Tekrar tutuklandım. Bu kez üzerimde yakalanan silahta, silahı aldığım kişinin yaptığı eylemlerdeki olaylarda kullanılmış olduğu ortaya çıktı. Burada önceki sorgularıma göre taktik değişecekti. Tüm olayları ben üstleneceğim, silahı da ölen bir Ülkücü arkadaşımdan aldığımı söyleyecektim. Sorgum tam istediğim gibi sürüyor, ancak sorgu ekibi için işler yolunda gitmiyordu. Karşılarında Oğuz Soylu Bir Bozkurt vardı. Sorgu ekibi kısa sürede bunu farkına varmış, sorguma kısa süreliğine ara verilmişti. Beni tanıyan, önceden sorgularıma katılmış olduğunu tahmin ettiğim kişiler getirilmişti. Değişen bir şey yoktu. Sadece işkencenin şiddeti artırılmış, elektrik verme süreleri uzatılmıştı. Silahı aldığım kişinin ölmüş olduğunu. Buna inanmadıklarını söylüyorlardı. Silahı aldığım kişinin hayatta olan bir kişi olduğunu iddia etseler de ben ifademde direniyor, işkencelerin devam ettiği anlarda, ben  psikolojik harbimi sürdürüyor, Liderimiz Alparslan Türkeş bırakılmadığı taktirde bu tür eylemlerin süreceğini, bu amaçla onlarca Ülkücü arkadaşımın bu tür faaliyetler için hazırlık yaptığını anlatıyor; - O kişiler kim sorusuna cevap olarak isim vermiyordum. İkinci tutuklanmamdan , bahsettiğim bu sorgularımın hemen akabinde Liderimiz Başbuğ Alparslan Türkeş tahliye ediliyordu.  Akabinde de  ben kısa bir yargılama sonrası “İDAM” cezası aldım ve 21 değişik ceza evinde  17 yıl 4 ay kaldıktan sonra  2000 yılında tahliye oldum.

SORU: Darbede idam edilen tanışıklığınız olan kişiler var mı?

İHYA VURAL: Erzincan Askeri Ceza Evi’nde onlarca “İDAM” cezası almış ülkücü arkadaşlarla aynı hücre ve koğuşlarda kaldım. Bursa Özel Tip Ceza Evi’nde elliye (50) yakın sayıda “İDAM” cezası almış Ülkücü arkadaşım ile birlikte raylı kapıları olan ölüm hücrelerinde ayrı ayrı olmak üzere, yemeklerin alt mazgallardan verildiği hücrelerde kaldım. Erzincan Askeri Ceza Evi’ nde dört (4) ayrı idam cezası almış, o tarihe kadar 7-8 yıldır cezaevinde ülkücü arkadaşım Turgut Demirkaya ile kaldığım günlerde, şahitlerin ifade değişikliği ile tahliyesinin hemen akabinde PKK’lı katillerce kaçırıldığı, Iğdır’lı olan ülkücü arkadaşımızın Ağrı Dağı eteklerinde elleri arkadan bağlı olarak şehit edildiği haberi sonrası büyük üzüntü yaşadım. Turgut Demirkaya hücre arkadaşımdı. Bursa Özel Tip Ceza Evinde ikiyüz (200) Ülkücü mahkum vardı. Bunların ben dahil toplam ellisi (50) İDAM cezası almıştı. İdam cezası almış ülkücü arkadaşlarımdan isim ve soyisimlerini tam olarak; hatırlayabildiklerimden bazılarını sayabilirim.

1-) Haluk Kırcı,

2-) Aydın Özhan,

3-) Mustafa Uca,

4-) Hayri Yılmaz,

5-) Recep Küçükizsiz,

6-) Uğur Coşkun,

7-) Kemalettin Koca,

8-) Adnan  Akdağ,

8-) Osman Yılmaz,

9-) Şevket Ertaş,

10-) İhya Vural 

“İDAM’IN ŞAKASI OLUR MU? BİZ YAPARDIK”

İDAM cezası alan ülkücü arkadaşlarımdan, pişman olan, üzüntü duyan hiç kimseyi görmedim. İDAM’ ın şakası olur mu? Biz yapardık. Fırsat buldukça birbirimize şaka yaparken, bir yerde de sehpalara nasıl yürümemiz gerektiğini konuşur, Türk Milliyetçiliği Ülküsü uğruna verilecek canın kutsallığından bahseder, birbirimizi o günlere hazırlamaya çalışırdık. Kesinlikle hiçbirimizde üzüntü emareleri gözükmezdi. Hepimiz hazırlığımızı yapmış, kendi paralarımızla kefenlerimizi almıştık. 

Hepsi birer Ülkücü Bozkurt duruşu sergileyerek sehpalara yürüyen Ülküdaşlarıma Rahmet diliyorum. Mekânları Cennet olsun. Nûr içinde yatsınlar.

SORU: 12 Eylül 1980’den günümüze kadar sizce ülke yönetiminde neler değişti?

İHYA VURAL: 12 Eylül ihtilalını yapanlar, Türkiye’de, Cumhuriyet tarihinin en büyük yüz kızartıcı suçunu işlemişlerdir. Askerin, polisin resmi kıyafetle cadde ve sokaklarda gezemediği, can güvenliklerinin kalmadığı, o günlere kadarda tek bir Ülkücü’ nün yasa dışı bir olayı olmadığı, polis ve askerlere karşı işlenen cinayet ve olayların artması sonrası, güvenlik güçlerinin sokak ve meydanları silahlı kişilere (Rus ve Çin yanlısı komünist militanlar) terk etmeleri sonrasında sivil halkın can güvenliğinin kalmadığı günlerde, Türk Milliyetçisi Ülkücü Gençlik, kendi can güvenliklerini sağlama derdinin yanında ithal ideolojiler ve onların savunucuları ile karşı karşıya gelmiş, Türk Milletinin can güvenliğini korumak ve Milli birliğimizi savunmakta Ülkücü gençlere düşmüştü. Devlet devletliğini yapamaz, insanlarının can güvenliğini sağlayamaz hale gelmiştir. Kendi can güvenliğini sağlama durumuna düşürdüğü insanlarını ihtilalde de işkencelerden geçirmesi, çok ağır cezalara çarptırılmaları milletin vicdanında derin yaralar açmıştır. 12 Eylül İhtilali, insanları milli reflekslerini zayıflatmış, devletimizin resmi ideolojisi olan “TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ” İdeolojisini savunmaktan korkulacak hale gelmesine vesile olmuş, bu boşluğu büyük kargaşada en ufak çile çekmeyen,  hiç yara almayan, 12 Eylül zulüm ve işkencelerini görmeyen bir ideoloji yıllarca devlet yönetimine hakim olmuş, çok büyük zaaflarına rağmen önemli bir direniş ve demokratik yollarla da olsa önemli denecek bir engel ile karşılaşmamıştır. Millet ile devleti  yönetenler arasında uçurum oluşmuştur. Millet, idare ve yönetimdeki aksaklıklara karşı duyarsız davranmaya, haksızlıklar karşısında , daha kötüye gider korkusu ile tepkisiz bir toplum profili ortaya çıkmıştır. Bu durum 12 Eylül baskılarının, Türk Milleti üzerindeki olumsuz etkileri daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmış, baskıcıların istediği sonuç elde edilerek insanlarımız tepkisizleştirilmiştir. 

“ÇEKTİĞİM ÇİLELER ÇELİĞE VERİLEN SU; BÜYÜK ACILARI İSE YEMEĞİ PİŞİRİP, KIVAMINA GETİREN ATEŞ”

SORU: 12 Eylül size ne kaybettirdi ve ne kazandırdı?

İHYA VURAL: 12 Eylül ihtilalı sonrası, çektiklerim insanlarımıza çok acı, çileli ve ıstırap dolu yıllar olarak gelebilir.  Anlattığım zaman,  dinleyen insanların yüz ifadelerinin değiştiğini, üzüldüklerini hemen fark ediyorum. Ancak gerçekte benim açımdan hiçte öyle olmadığını söyleyebilirim. Bir insan uğruna mücadele ettiği davası uğruna çektiği çile ve acıların kendi üzerinde kalıcı etkileri olmuyor. Çektiğim çileleri çeliğe verilen su, büyük acıları ise yemeği pişirip, kıvamına getiren ateş olarak değerlendirebiliriz. Bu yaşadıklarımın benim üzerimde olumsuz etkilerinin olmadığı gibi,  tam tersi daha mücadeleci, daha atak ve korkusuz olduğumu söyleyebilirim, Davasına samimi olarak inanmış  bir kişi, verdiği mücadeleler esnasında başına gelen hadiseler üzücü gibi gözükse de mücadeleyi veren açısından düşündüğümüzde hiç de öyle olmadığını söyleyebilirim. Kendi yaşadıklarımı ve bu günkü halimi bu konuda örnek gösterebilirim. Çok ağır işkence ve cezalar ile karşılaşmam, “İDAM” cezası almama rağmen hiç pişmanlık duymadığım, hayatı, insanları ve doğayı eskisinden daha çok sevdiğim, daha çok çalıştığım ve eskisinden daha sağlıklı olmamın, hepsinden önemlisi de kutsal davam “TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ İDEOLOJİSİ” ne her zamankinden daha fazla bağlı olmam, fikrimin hedefe giden çizgisinden hiç ayrılmayıp, sağa-sola sapmamamın bu soruya verilebilecek en güzel cevap olduğunu düşünüyorum. Ceza evinden son tahliyem sonrasında kırmızı ışıkta dahi geçmemem, biz ülkücülerin yasalara kanun ve kurallar bağlılığımızı gösterir. Ancak Vatanımız tehlikeye, Milletimiz dara düşerse sıkıntıları aşmak için verilmesi gerekecek mücadelenin en başında yerimi alır, kâr-zarar hesabı yapmaz, gözümü budaktan ayırmam. 12 Eylül ihtilalinin, bilgimi, hayat tecrübemi artırdığı, hayata daha pozitif, bakmama vesile olduğu inancı ile tüm bunları 12 Eylül’ün kazanımları olarak değerlendiriyorum. En başta da, 12 Eylül zulmüne karşı verdiğim mücadeledeki başarım, en büyük kazancımdır. Kaybımız, ülke ve millet olara büyük olmuştur.

12  Eylül ihtilali sonrasında en büyük kayba uğrayanlar ise, ihtilali yapan zavallı ihtilalcilerdir. Onlar,  insanlıkları ile birlikte onurlarını kaybetmişlerdir. 

Bana bu fırsatı veren, insanlarımız ile acı ve tatlı anılarımı paylaşmamı sağlayan başta sayın Şeref Kahraman ve tüm Deniz Postası Gazetesi çalışanlarına iyi çalışmalar diliyorum. Deniz Postası Gazetesi’nin tüm çalışanları ve okuyucularına sağlık ile birlikte; Yurtlarında, yuvalarında huzur ve mutluluklar diliyorum.