Konferans’ın sonrasında onu, konferansın konusuyla ilgili standlar da gördüm. Bir gazla o işi yapmak gibi bir şeydi bu yaptığı. Onu uzaktan gözlemliyordum. Organlarını bağışlayacaktı. Bunu ilk başta detaylı düşünmemişe benziyordu. Detaylandırmak için biraz zaman gerekirdi zannımca. Belki o da bunun iyi biliyordu ama ciddiye almıyordu besbelli. Kendini yararsız ve aylak olarak nitelendirirdi. Şimdi ise bu yararsız hayatında, aylak yaşantısında bir baltaya sap oluşu, düşünmüşe benziyordu. Sonunda yarar da yok değildi, bu yapacağı insana belki de insanlara büyük bir iyilikti. Bugüne kadar pek becerememiş olarak görürdü kendini, bari kendi gibi vasatların kadavrası işe yarar olsundu. Hemen gerekli evrakı aldı ve ismini, adresini, kısacası bütün kişisel bilgilerini ve iletişim adreslerini yazdı. Bir şahit’e ihtiyacı vardı. Yanında duran sınıf arkadaşını dürtükledi. “Lan oğlum, şuraya bir imza çakıver, bir de olay şahit’i istiyorlar anasını satayım sanki büyük işe imza atacağız” dedi. Arkadaşı tereddütsüz imza ile bilgilerini evraka iliştirdi. “Büyük mesele değil altı üstü iki böbrek vereceğiz” diye söylendi. “Onca prosedür bir boka yarar sanki” diye kımıldattı dudaklarını. Kartı aldı ve stand görevlisine “haydi bakalım vatana, millete hayırlı olsun” diye kahkahayı bastı. “Kasığım patlayacak Ahmet ben bir su döküp gelecem sen geç kantine” dedi. Tabi bende yanına takıldım, konuşarak tuvalete kadar eşlik ettim Ona. Tuvalete koşar adımlarla gittik. Tuvalete girdi, kapıyı kapattı. Bense onu kapı eşiğinde bekliyorum, kantine geçip muhabbet edeceğiz, sözleşmiştik konferans öncesi. Tuvaletten çıktı. Ellerini yıkamaya çok özen gösteriyordu. Çoğu erkek elini dahi yıkamazdı gereksinimini giderdikten sonra. O bu konu da diğer erkeklere taş çıkarır cinstendi. Defalarca el yıkardı. Titizlikle ellerini kurulardı. Her temizlik için bu hassasiyete sahipti. Çok psikiyatr gezmişti. Çevresi tarafından sorun görüldüğü ve yoğun istekleri yüzünden doktora gitmişti zamanında. Teşhisi belliydi. O bir Obsesif-Kompulsif Bozukluğa sahipti, diğer bir deyişleyse takıntı hastalığıydı, o temizliği takıntı boyutunda yaşardı. Henüz yeni açtığı bira şişesinin, dudak kısmını silmeden, yudumunu dahi alamazdı. Bunu aşacaktı. Bugüne kadar hangi sorunları aşmamıştı. Hoş, kendisi bunu pek sorun olarak görmüyordu. Bu durum apaçık çevresinin abartmasıydı. Hastaneleri, kendini bildi bile sevmemişti. Onun fikrince, hastanenin beyaz duvarları, ukala ve çok bilmiş kibirli hemşireleri ve hastaları küçümseyen, muşmula suratlı doktorları hiç çekilesi değildi. Ellerini kuruladıktan sonra, kantin yolunu tuttuk. Kantinin kapısını açtı Ahmet’i aradı gözlerimiz. Ahmet uzakta bir köşeye pusmuş kızları kesiyordu. “Vay hayta vay, akşama kimi kafalayacak artık, kim bilir” diye söylendi. Cebinde ki bozukları çıkardı “Üç çay” dedi. Çaylar yeni demlenmişti, tavşan kanı rengi ihtişamlıydı. Tepsiyi masaya koydu ve Ahmet ile göz göze geldi. Bana dönerek Ahmet de, “benim gibi vasat adamdır” dedi. Biz masaya oturunca, Ahmet “Çay, karşında ki için gönülden iskemle çekmektir” diye mırıldandı. Bana bu söz o kadar içten geldi ki, bir an kendi kendime sordum, gönülden iskemle her insanın hakkı mıydı? O şaka ile karışık, “Bak, pek nitelikli konuştuğu söylenemez ama bu sefer güzel bir serzenişte bulundu” dedi, epey gülüştük. Laf lafı açtı, bolca konferans hakkında konuştuk bir ara bir düşüncesini paylaştı, “tuvalete girdim ya hani bir garip oldum daha önce pek dikkat etmediğim şeyler dikkatimi çekti” dedi. Tabi ben meraktan ölürüm, sormazsam olmaz. “Ne gibi mesela” dedim. “Büyük bir huşu ile idrarın çıkışını izledim. O şırıltıya kulak verdim. İdrarının kokusunu hissettim bir an. Af buyurun İdrarım, çok sigara ve bira içtiğimden rahatsız edici kokardı. Az önce bu koku bile rahatsızlık vermedi, düşünebiliyor musunuz? Daha demin imza attığım şey aslında büyük bir özveriyi barındırıyordu bunu anladım. Şu an bu kokuyu hissetmek, bu sesi işitmek ve bu boşaltımı yaşayabilmek isteyen milyonlar var. Şanslıyım. Hem de fazlası ile” dedi ve etraftakileri incelemeye başladı. Ahmet ile ben hummalı siyaset konuşmalarına daldık ama O’na bakmayı da ihmal etmiyordum, tabiri caizse gözüm üzerindeydi. Kendisi, okulun kadınlarını kolay görürdü. Tavlamaya gerek bile duymazdı. Çoğu zaman bir kaş, bir gözle en az bir ya da ikisini yamacında buluverirdi. Yakışıklı adamdı. Siyah gözleri, bir şeyler dermişçesine attığı bakışlar, geniş omuzları bir kadına fazlaca mesajlar gönderirdi. Sıklıkla, yanına ilişen kadınlarla ahlaksız konuşabilme fırsatı yakalardı. Bazen masa altından dokunmalar dahi söz konusu olabilirdi. Konuşma esnasında “bir süredir canım kimse ile münasebet kurmak istemiyor, içim sıkılıyor, kendime hayret ediyorum” diye sitem etti. Canı birkaç zamandır bu tür münasebetler istemiyordu, bu durumda bir gariplik vardı.
Kantinden çıkarken gün sona eriyordu. Hava iyiden iyiye tüm yaz biriktirdiği öfkeyi ayaz olarak insanın suratını çarpıyordu. O’nun bir yerlere gidesi vardı, “istikamet nereye” diye sordum. “Ayaklarım nereye yönelirse oraya gideceğim, katılabilirsin bana” dedi. Olur dedim, onun farklı bakış açısı ben de merak uyandırıyordu. Ahmet’le vedalaştık. Onunla Otobüs durağına doğru yavaş yavaş yürüdük. O soğukta yarım saat beklemek işkencenin bir türüydü. Gelmek bilmeyen otobüs onu az kalsın fikrinden ediyordu, ta ki ufukta görünene kadar. Okkalı bir küfür salladı. Burnundan soluduğu hava, alev gibi çıkıyordu. Mesafe çok uzak değildi. Otobüsten indiğimizde çok acıktığımızı hissettik. Hemen Tantuni erbabı bir esnaf lokantasına oturduk, o gelen geçeni inceliyor, insanların yaşayış ve davranış bakımdan kendince fikirler ediniyordu. Ben ise O’nu inceliyordum, dediğim gibi hayat görüşü ve dünyaya baktığı pencere çok farklıydı. O da benim gibi gözlemi seviyordu. Tantunileri yedik, tıka basa doyduk. Bana bakarak “Mideleri doyurduk, şimdi ise ruhunda ki o boşluğu doldurmak niyetindeyim, içimde ki o hissizliği bir nebze olsun canlandırabilmek istiyorum, şimdi rotayı tayin ediyorum. Hastaneye gidiyoruz” tabii ben şaşırmıştım, içimden “ancak bir konferans bu kadar etkileyebilirdi insanı” dedim ve ona uydum.
Hastanenin kapısından içeri girdik. Yüzünün sapsarı olduğunu gördüm, “iyi misin” dedim. Hastanenin kokusunu alır almaz kaçma hissi duyduğunu söyledi. Ama direnecekti, organ nakli sırası bekleyen, yaşamla ölüm arasında ki o ince çizgide dans eden o insanlarla sohbet edecekti. Nitekim fikrinin arkasında durdu, ziyaret saatleri de on dakika sonra başlayacaktı. Danışmada ki görevli ile konuştu. Bizi bir odaya götürdü. Onun tüm organları tam ve kusursuz çalışıyor ama içinde yani ruhunda büyük bir yetmezlik vardı. Odadan içeri girdik ve genç bir adamla karşı karşıya geldik neredeyse onunla yaşıt sayılırdı. Muazzam bir gülümsemesi vardı. Neden bizi buraya yönelttiler, sağlıklıya benziyor? diye düşündüm. Karşımda ki adam, aklımdan geçeni okumuş gibi zihnimde ki soruyu yanıtladı. “Böbreklerim değiller ama, gülümsemem çok sağlıklıdır” dedi. Ben şaşırmıştım ama Onu bu sözler can evinden vurmuştu resmen. Hastanın kimsesi yoktu ve tek başına bu rahatsızlığı atlatmaya çalışıyordu inceden inceye sohbet koyulaştırdık. O’na ne yoğun ve zorlu süreçler geçirdiğini anlattı, dinledikçe daha sıkı hayata bağlanma isteği duymuşçasına yumruğunu sıkıp gevşetiyordu. Her şeyi fevkalade idi. Nice hayatların olduğunu duymak bizzat görmek kendine getirdi. Bir daha geleceğini ve daha çok sohbet edeceklerinin sözünü verdi.
Ziyaret saati doldu ve çıktık hastaneden. Tekrardan gözlemlerime maruz kaldı. Derin bir soluk aldı. Oksijeni daha iyi almıştı. Yüzünde bir ışıldama vardı ve bana şu iki cümleyi söyledi. “Daha iyi görüyorum, daha iyi duyuyorum”
Bazı anlar vardı, bin an’a değişilmezdi.