Hoca gitmek zorunda kalmış. Medresedeki bütün talebeleri de uyarmış. Ben gelmeden sakın koyunu kesmeye kalkışmayın demiş ve işini halletmek için gitmiş. Talebeler bir müddet beklemişler. Sonra acıkmışlar, dayanamamışlar. İçlerinden mezuniyete yakın biri ben her gün hoca koyunu keserken seyrettim, ben kesebilirim demiş.

Talebelerden bir kısmı itiraz etmiş. Ya koyun yeniden dirilmezse?!.. Hoca yapabiliyorsa ben de yaparım demiş çömez. Nasılsa bir besmele değil mi? Neyse herkesi ikna etmiş, bıçağı eline alıp koyunu yatırmış, mümkün olabildiğince içten bir şekilde hocası gibi besmele çekmiş ve koyunu kesmiş. Yüzmüşler, parçalamışlar ve pişirip yemişler. Bir müddet sonra hoca gelmiş, sağa sola bakmış ve öfkeyle sormuş koyun nerde diye. Olanı biteni öğrenince, kim kesti diye sormuş, biri öne çıkıp ben demiş. Hoca beddua etmiş, sen de kesil emi! Kim yüzdü demiş, biri çıkıp ben demiş. Sen de yüzül emi demiş hoca. Sonra kim pişirdi, biri ben demiş, sen de piş emi demiş. Sonra Nasreddin Hoca’ya dönüp sormuş. Bütün bunlar olurken sen ne yapıyordun. Genç Nasreddin de, ben de bunların başına gelecekleri düşünerek köşede kıs kıs gülüyordum demiş. Hocası sana da ebediyen gülsünler emi! diyerek beddua etmiş.

İşte Nasreddin Hoca’nın kaderindeki gülünme durumu hikayeye göre bu olaya dayanıyor.

Aslında günümüze bakınca diğer insanların başlarına geleceklerini bilen ve köşede kıs kıs gülen…

O anki havayı koklayan…

Rüzgar ne taraftan esiyorsa yelkenlerini ona göre açan…

O kadar insanoğlu var ki, saymakla bitiremeyiz.

Çünkü gereksiz risk almak istemiyoruz. Belirsizliğe yatırım yapmak istemiyoruz. Maceracı ruhla tarafını belirlemek işimize gelmiyor.

Yine bir Nasreddin Hoca’nın sözü ile yazımı sonlandırıyorum.

Bu yazıdan ne mi anladık derseniz, aynaya bakın ve gördüklerinizi kaleme alın…

“Biz de kibir yoktur, dağ yürümezse apdal olur.”