İnanmazlar, çünkü iyileşemiyoruz. Saatler, günler, haftalar içerisinde yaşadığımız travmaların haddi hesabı yok.
Önceden haberlerde gördüğümüz bombaların evlerimize yağmasına ramak kalmış gibi hissediyoruz. Savaşlar burnumuzun dibine kadar yaklaştı, her yer kan kokusu. Atmosfere yolladığımız ses dalgaları arasında en fazla, şehit oğluna ağlayan annelerin çığlıkları var. Bir de yine aynı şehide yorganının altında gizli gizli ağlayan, sevdiğinin iniltileri.
Bir de sapıklaşan bir kesim var. Süt kokan bebeklerimiz, ya bir bir kayboluyor ya da nefsi kabarmış insan görünümlü canavarlar tarafından, o narin bedenlerine… Allah kahretsin. Midem bulanıyor!
Toplu taşımada ya da bir parkta yürürken, hayatın bir şekilde delirttiği, öfkelere boğduğu biri tarafından tekme tokat dayak yiyebiliyor ya da sırf cinsel tercihimizden dolayı uluorta yakılabiliyoruz. Bunlar olağanlaştırılan şeyler artık. Nasıl olsa televizyonlardaki aşağılık şovlar devam ediyor. Hiç tanımadığımız insanlar hayatımıza müdahale edebiliyor. Biz sakınmaya çalıştıkça, onlar daha da yakınımızda bitiyor. Yani demem o ki, bize dokunmadan bin yaşayamıyor o yılan artık.
Büyüdük, zaten büyüyüp anlamaya başladığımız için yalnızlık çekiyoruz ya! Oyunlardan vazgeçemiyoruz ama. Koltuk kapmaca, en sevdiğimiz! Koltuğu kapabilenlerin, koltuk aşkı yüzünden, oyuncak mağazalarındaki maskotlara döndük. Birileri, oynayıp fırlatıyor önüne geleni. Ve bunun umurumuzda olmaması için de ellerinden geleni yapıyorlar. Dizilerde ya da filmlerde görüp duyduğumuz, dudağımızı ısırdığımız sahnelere, salak ve kabullenir bir ifadeyle bakmamızın sebebi de bu.
Bir tuhaflık olduğunun farkına varanlarımız oluyor. Ama kimse kimsenin çığlığını duyamayacak kadar gereksiz telaşların, büyük gürültülerin arasında.
Sakın hayata karşı ümitlerimi yitirdiğimi düşünme. Umutsuz değilim. Hayatta hep güzel şeylerin olmasını beklediği için yanılıp üzülen biri de değilim. Öyle olsam buraya yazmazdım, inan. Sadece, insan biraz arsız bir varlık, bunu biliyorum. Çünkü, her şeyin giderek karmaşıklaştığı bir zamanda ve coğrafyada yaşıyorken, ne toz pembe düşünüp kendini olanlardan soyutlamak mümkün ne de belli bir fikre, ideolojiye sadık kalarak öfkeler kusmak... Ki ikisini de savunmuyorum. Çünkü çoğu zaman herkes gibi, bu bahsettiğim iki durumu da aynı anda biraz biraz yaşıyorum. Tam 'Bak güzel şeyler de oluyor.' deyip birkaç şey kaleme alacakken, şehitler için, kaybolan ve cesedi bilmem nerede bulunan minnacık bir çocuk için, tecavüze uğrayan bir kadın için, ulu orta yakılan bir trans için, giyiminden kuşamından ötürü dayak yiyen insanlar için yükselen sesleri duyuyorum. Sonra yazdığıma yazacağıma o kadar utanıyorum ki...
Çünkü, hepimizin hayatı görünmeyen bağlarla birbirine bağlı. Hani ortaokulda Fen Bilgisi dersinde hoca sorar ya; ''Ekosistemdeki bir canlı türünün neslinin tükenmesi hangi sorunlara sebep olur? '' Bu soru cümlesinin aynısı değil miyiz, bizler de? Kaybolan bir değer yargısı, nesli tükenen bir his ya da inanç... Biz bunlardan hangisini yitirdik de bu hale geldik? Anlayamıyorum. Vicdanının küçüklüğü kimseyi utandırmıyor, yaşanan bunca acının büyüklüğüne, çirkinliğine rağmen... Daha ne olması lazım, daha korkunç ne olması lazım? Şu satırları yazarken bile o kadar kırılıp üzülüyorum ki. Keşke daha güzel şeylerden bahsedebilseydim. Ama ne mümkün.
Ama, belki ...