Dört Ayaklı Minare’de kalmıştık. Çıkan çatışmalardan tarihi minarede payına düşeni almış belli ki. Kayseri’ye geldiğimde internetten fotoğraflarını açtım, baktım gittiğim yer farklı, fotoğraftaki yer farklı. Aslında birinci yazımda belirttiğim gibi benim zihnimdeki fotoğrafta çok farklı…

Zihnimizde ki fotoğrafı da yıkalım dedik ve bol bol sahici fotoğraflar çektik. Geldiğimde hissettiğim duygular kaybolup gitti. Hatta değişik bir ruh haline büründüm gezerken. Tam ben bu ruh halindeyken yanıma dört küçük çocuk yaklaştı ve ‘abla bu şemsiye senin mi?’ diye sordu. Biri şemsiyesini unutmuş çocuklar benim olduğunu düşünerek yanıma getirdiler. İçimden o an dedim ki; ‘korkmayın buralardan, gelin, gerçekten kucaklaşın buralarla…’

Vakit kaybetmeden tekrar yola koyulduk. Tarihin, doğal güzelliklerle dans ettiği bir yer orası. Dicle nehrinin kusursuz tacı İstikamet On Gözlü Köprü… Mardin Kapı’dan minibüse binerek, hedefimize ulaşabileceğimizi öğreniyoruz. Giderken bir tabela dikkatimizi çekiyor ve rotamızı Diyarbakır Kent Müzesine doğru çeviriyoruz.

Tarih kokan, öyle dar, öyle güzel sokaklarından geçiyoruz ki mest oluyorum. Evler sanki iç içe gibi… Bu karmaşık düşüncelerin içindeyken kaybolduğumuzu fark ediyoruz. Mahallenin gençlerinden yardım istiyoruz ve bize yolu tarif ediyorlar. Bir konaktan içeri giriyoruz, ‘Cemil Paşa Konağı’ Daha önce bir aileye ait olan ‘Cemil Paşa Konağı’ 2015 yılında kent müzesine dönüştürülüyor. Mimarisiyle dikkat çeken, odalarında yaşanmışlıklar olan ve zamanında konağın çocuklarının koşturduğu bahçesi olan, bu konak artık Diyarbakır geçmişi ile ilgili ziyaretçilerini tüyolar veriyor. Girdiğimiz her oda da yöreye ait yeme alışkanlıklarından tutun da giyim kuşam, sosyal hayat, geçim kaynakları gibi birçok bilgi ile karşılaştık.

Tam Cemil Paşa durağımızdan ayrılıyorduk ki, güzel bir türkü sesi avludan yükselip, bizim bulunduğumuz 2. Katın balkonundan içeri doğru süzüldü. Kendilerine haber vermeden kısa bir video çekerek bu anı ölümsüzleştirdim. Çıkarken o sesin sahibiyle tanıştık. Çok neşeli, 4 kişilik bir arkadaş gurubu… Hemen bizde aralarına dahil olduk ve kısa bir konser verdik tarihi konağın avlusunda.

Yağmurda koştura koştura minibüse binerek, On Gözlü Köprü’ye sonunda ulaştık. Tam benlikti, Dicle Nehri’nin heybeti ile orada duruyordu. Etrafında dinlenmek isteyenler için, oturup çayını yudumlayarak Dicle’yi izlemek isteyenler için kafeler vardı. Birine oturup soluklandık ve hemen kalktık fazla vaktimiz yok. Yeni rotamız ise Gazi Paşa Köşkü… Atatürk, Çanakkale Savaşından sonra 1916 yılı Şubat ayı sonlarında 16. Kolordu Komutanı olarak Doğu cephesinde görevlendirilmiş, 14 Mart 1916 günü Kolordu Karargahı olan Diyarbakır'a gelmiş. Diyarbakır surlarının dışındaki Semanoğlu Köşkü Ata’ya konut olarak tahsis edilmiş. Atatürk 27 Mart 1917 tarihine kadar bu köşkte kalmış. Daha sonra Köşkü çok beğenen Mustafa Kemal Atatürk, köşkü satın almak ister. Köşk kendisine hediye edilir…

Tadilatta olduğu için gezemedik içini ama kapıda işte bu yazıyı okuma fırsatı bulduk. Tekrar minibüse binerek inatla Sülüklü Han’a gittik, İyi ki gittik… Sülüklü Han’da önceleri bahçesindeki kuyudan çıkarılan sülüklerle tedavi yapılıyormuş. Şimdilerde Sülüklü Han şarabıyla anılıyor. Ev yapımı şarabı ve yanında ikram edilen muhteşem peyniri… Sabah gittiğimizde yağmur ve saatin erken olmasından dolayı hiç dikkatimizi çekmeyen Sülüklü Han güneşin ortaya çıkmasıyla beraber kapılarını sonuna kadar Diyarbakırlılara açmıştı. Kürtçe müzikler eşliğinde içeri girip, kalabalığın arasında kendimize yer bulduk. Ben çok merak ettiğim için bir şarap söyledim. Yanında hala tadı damağımda olan peynir geldi. Ben hala o peynirin peşindeyim. İlk kez bu kadar lezzetli bir peynir yedim. Aceleyle kalktığımız için sormayı unuttum çok pişmanım. Bu arada Ramazan ayında sizlerle böyle lezzetli bir yazı paylaştığım için üzgünüm çünkü Ramazan’dan hemen önce Kayseri’ye geldim ve yazımı henüz kaleme alabildim.

Bakırcılar Çarşısına uğramadan ayrılmak istemedik, biraz alışveriş yapıp gezdikten sonra karnımızın hayli acıktığını fark ettik.

Sorduk, soruşturduk Sur’da gideceğimiz en iyi yerin Ciğerci Remzi Usta olduğunu öğrendik. Soluğu Remzi Usta’da aldık. Yine ben hayal kırıklığına uğradım. Doğu sofralarının aksine, Remzi Usta farklıydı. İlk kez gittiğimi söylemiştim Diyarbakır’a belki buranın yemek kültürü benim beklediğim gibi değildir. Ben beklerdim ki değişik meze türlerinden gelsin biz ana yemeğe geçene kadar neredeyse doymuş olalım. Maalesef Kayseri’de bile daha güzel, daha çekici ve daha lezzetli bir masa ile karşılaşırsınız… Hevesim kaçtı bir kere arkadaşım ciğer söyledi ben tavuk. Şimdi, ‘yemekten anlamıyor, Diyarbakır’a gitmiş tavuk yemiş ciğer yememiş birde ahkam kesiyor’ diyebilirsiniz. Ciğer hiç sevmiyorum, yine her gittiğim yerde yaptığım gibi garsonla konuştum ve ‘buraya özgü, ciğer dışında, Diyarbakır’dan başka bir yerde yiyemeyeceğim ne önerirsiniz?’ diye sordum. Aldığım cevaplar beni tatmin etmeyince bildiğimden şaşmayıp tavuk yedim.

Ve Diyarbakır gezimizin sonuna geliyorduk ki hadi birde Ofis Caddesine gidelim dedik. Gittim ve Diyarbakır’ın bambaşka bir yüzünü gördüm. Yine duygularım değişti. Yanıma Kürt bir teyze yanaştı bir şeyler söyledi. Ona yarım yamalak Kürtçemle, onu anlamadığımı Kürtçe bilmediğimi söylemeye çalıştım. Muhtemelen anlatamadım, teyze hiçbir şey demeden uzaklaştı. Biraz alışveriş yaptıktan sonra tekrar Ergani’ye doğru yola koyulduk. Minibüste etrafı izlemeye devam ederken geçirdiğim bir günü düşündüm. Kendi kendime bir muhasebe yaptım… Tam bunları düşünürken zannımca Diyarbakır’ın en lüks mahallesinden geçiyorduk.

Diyarbakır’dan ayrılırken söylemem gerekir ki zihnimdeki fotoğraflarla gördüğüm gerçek bambaşkaydı. İki yüzü olan şehir diyorum artık. Ofis ve geçtiğimiz o lüks semt makyajlı Diyarbakır, Sur ise makyajsız Diyarbakır… İkisi de bambaşka, insanları başka, sanki şehir başka… Bunlar Diyarbakır’ı sevmediğim anlamına gelmez. Diyarbakır yine benim için bambaşka. Keşke daha önce gidip gerçek yüzünü görseydim diyorum. Biraz geç kalmışım, zihnimdeki fotoğraf maalesef ‘yıkılmış’