Bir şarkı birden bire aklıma düşürdü bu kitabı. Şarkıyı dinlerken hissettiklerim, kitabı okurken hissettiklerimle aynıydı. Düğümlere Üfleyen Kadınlar …
Yaraları asla tamir edilemeyen o coğrafyada, Ortadoğu’da, kalbi fena halde kırılmış bir kadın. İntikam ateşiyle, yanında hikayesi birbirinden farklı üç kadınla yollara düşer.
Kitap, hikayenin sonundan ufak bir bölümle başlar. Ki bu da Ece Temelkuran’ın gazetecilik refleksiyle alakalı diye düşünüyorum. Yani önce sonuç, sonra bir dizi ayrıntı.
Hikaye ilk başlarda oldukça akıcı gidiyor. Devrimler, devrimle değişen şehirler ve ruhlar. Kıvrak bedeniyle deli gibi dans eden Âmira ve olmaması gereken bir hamilelik geçiren, saçlarını kazıtan Maryam’ın parçalanmış ruhları. Tanrı’ya olmasa da diğer insanlara olan inancını yitirenler, kendi çölünde kaybolanlar… Bir zamanlar çok kişinin canını yakan ve şimdi kendi canını yakandan intikam almaya yeminli Madam Lilla. Tunus, Mısır, Lübnan… Bitmek bilmeyen bir savruluş.
Herbiri parça parça bakıldığında gayet güzel ve etkili. Ve bir kadın olarak bazı şeylerin sadece size öyle gelmediğini görüyorsunuz. Bu da kitabı sevmeniz için bir başka sebep. Fakat bunca telaş, koşuşturma neye ya da niye. Sorular artıyor ama cevaplar yeterli gelmiyor. Bir kopukluk var. Özellikle devrimle ilgili hikayeler sesi kısık verilmekle birlikte diğer kahramanların yaşadıkları da çok yüksek sesli olmamış gibi geldi.
Bunlara rağmen çok ta bütünleştirme çabasına düşmeden bakarsak (niye mümkün olmasın ki) atmosferi farklı bir hikaye. Yani okunur ve hatta, en çok nerenizden yara almışsanız tam da bir anne gibi oranıza üflediği için tavsiye de edilir. Keyifli okumalar...