Bugün eskilere doğru şöyle bir uzanarak başlamak kaydıyla, önümüzdeki haftalarda daha güncel okumalarımla ilgili düşüncelerimi paylaşmayı düşünüyorum. Umuyorum ki, kimi çok bilinen, kimi kıyıda köşede kalmış kitapları raflarda kalmaktan kurtarabilir, içlerindeki engin dünyaya yolculuk yapabiliriz.
1 OCAK 2005
Bu gece nihayet Don Quijote’i bitirdim. Aslında birinci cildi bitirdiğimde de oturup birşeyler karalasaymışım çok daha aya iyi olurdu.
Don Quijote gibi bir kitabı yazmak bir yazar için yeterli olurdu. Başka hiç bir şey karalamaya gerek bırakmayan, tek başına bir ömre bedel olduğu gibi, asırlara da meytan okuyan bir esere sahip olmayı kim istemez ki?!
Kurmaca diye bir şey şayet bu kitapla başlamışsa, neredeyse bu kitapla bitmiş denebilir. Aldığı bütün övgüleri hakettiğine hiç şüphe yok. Birinci kitap yazarın yaratıcılığıınn ön plana çıkmasını nasıl sağlamışsa, ikinci kitapta da zekasını daha çok sergilediğini düşündüm. Servantes’in yazın kuramıyla ilgili düşüncelerinin ve çağdaşlarına yönelttiği eleştirilerin acımasız bir ironiye dönüştüğüne tanık oldum. Kaldı ki, Servantes’in savunduğu çoğu ilke ve yönelttiği çoğu eleştiri bugün bile geçerliliğini koruyor.
**
Şu satırları yazmaya başlamadan az önce elimde başka bir kitap vardı. Eşzamanlı olarak okuduğum Walter Benjamin’in Tek Yön adlı denemeleri. Zaten defterimi açıp yazmaya zorlayan da bu kitap oldu. Uzun yıllardır düşüncesiz olarak elime geçen her deftere bir şeyler karalayıp duruyorum. Bunlar günlük olarak adlandırılabilir mi? Onu da pek bilmiyorum. Fakat uzuncü bir süre bu niyetle yazdığım kesin. Lakin başka bir yerde söyledim mi, şuan hatırlamıyorum ama, bir kaç yıldır günlük yazmanın bana hiçbir katkı sağlamadığını düşünüyorum. Bu yüzden olsa gerek pek önemsemiyordum.
Şu anda ise düzenli yazı alışkanlığımın oluşmamasına, bir üslup geliştirememe bu tür defterler tutmanın neden olduğuna inanıyorum. Bu saatten sonra kendime nasıl bir yöntem geliştireceğimi bilmiyorum. Çünkü yazmak isteyip istemediğimden de emin değilim. Öte yandan bir şey dikkatimi çekti. Walter Benjamin’in Tek Yön’de yazdığı, bir de Cioran’ın genel üslububunu kendime yakın bulduğumu hissettim. Şayet yazacaksam böyle yazmalıyım diye düşündüm. Ama Cioran daha ağır basıyor nedense. Onun üslubunu özümseyebilecek şekilde yeniden okumalıyım.
Dün gece Walter Benjamin’in Tek Yön adıyla çevrilen denemelerini okuyup bitirdim. Fakat ya çevirmenin, ya da kitabı yayımlayan editörün bir hatası nedeniyle belki kitabı yeniden okumam gerekecek.
W. Benjamin, denemelere koyduğu boşlukların çoğunda göndermeler yapmış. Fakat bu göndermelerin nereye gittiğine dair ipuçlarını denemelerin bir çoğunda görebilmek mümkün değil. Belki yazar böyle bir tercihi özellikle seçmiştir. Kitabın sonunda bu göndermelerin açıklandığı bir bölüm var. Denemelerin bu açıklamalar dikkate alınarak okunmaları gerekiyor. Fakat başta veya içerde böyle bir uyarı bulunmadığından yeniden başa dönerek yazarın asıl niyetlerini böylece anlayabilmek kaçınılmaz. Bu kitabı yeniden okutmak için iyi bir taktik olabilir.
Okurken altını çizdiğim yerler oldu. Özellikle yazarlıkla, eleştiriyle ve reklamla ilgili bazı düşünceleri gözönünde bulundurulmalı.
Tek Yön biter bitmez yeni bir kitaba daha başladım. Virginia Wolf’ün Kendine Ait Bir Oda adlı romanı. Kitap bittikten sonra bununla ilgili düşüncelerimi de yazacağım. Fakat daha başta ilginç bir şeyle karşılaştım. Volf, “inanç çağı bitip akıl çağı geldiğinde...” diye batı medeniyetini iki temel kategoriye indirgiyor (sf. 13). Benzer bir yaklaşımla, benzer nedenlerle W. Benjaminde de karşılaştım. Biraz(!) Musevilere taraf olan bu yaklaşımı Benjamin şöyle dile getiriyor.
“Eskiçağ insanını daha sonraki insandan, evrensel bir deneyime teslimiyeti kadar ayıran başka bir şey yoktur; sonraki çağların insanı hemen hiç bilmez bu teslimiyeti (Tek Yön, sf. 81)
Yeni insanın bu teslimiyetten habersizliğinin nedenini Wolf pozitivizmle kurulan ilişkiye bağlıyor. Önceliklerin değişmesi bilgiye bakışı da değiştirdiğinden üniversiteler bu günkü durumdadırlar...