Agota Kristop, “Okumaz Yazmaz” adlı kitabında, Hafıza başlıklı bölümde bir hassasiyetini dile getirir.
Gazete ve televizyon haberlerinden “bir Türk çocuğunun annesi ve babasıyla birlikte gizlice İsviçre sınırından geçerken soğuktan ve yorgunluktan öldüğünü” öğrenir. Hikaye dünyanın her yerinde hemen hemen aynı. Umut tacirleri, göçmen kaçakçıları, zor ve zorlu koşullarda hayata meydan okuyan yolculuklar... Bu tip yolculuklarda hayatını kaybeden çocuklar, ayrı bir merhameti hak ediyor. Bir kaç yıl önce cesedi kıyıya vuran Aylan bebek geliyor aklıma. Onun gibi daha neler... Yurtsuz oldukları kadar mezarsız kalan insanlar...
Nitekim Agota Kristof’un da vicdanı harekete geçmiş olacak ki, kendisinin belirttiği şekilde her İsviçreli gibi tepki vermiş ve şunu sormuş. “İnsanlar çocuklarıyla ne cesaretle böyle maceralara atılabiliyorlar? Böyle bir sorumluluk kabul edilemez.” (sf 26)
Demek ki, her İsviçreli böyle düşünüyor. İsviçreli’nin tepkisi hemenhemen bütün Avrupa ülkelerinin ve vatandaşlarının bakış açısını da üç aşağı beş yukarı yansıtıyor. Alman, Fransız, Hollandalı ve benzerleri de böyle muhtemelen böyle düşünüyor. Göçmenlerin aldıkları riske akıl erdiremiyor, hayret ediyor. Zaten ülkelerin uyguladıkları göçmen politikaları, üçüncü dünya ülkelerine yönelik vize uygulamaları da bu bakışın resmi temsilinden başka bir şey değil.
Modern devletlerin tutumu bütün dünyada birbirine benziyor. Savaşlar, ülke yönetimlerindeki zorlayıcı, zorba uygulamalar, din, mezheb çatışmaları, ekonomik sebepler vs. Dünyanın bir çok ülkesinde insanları göçe zorluyor.
Göçün çoğu zaman iki adımı olduğunu da gözlemliyoruz. İlk ve öncelikli adımı, nispeten koşulları daha iyi olan komşu ülkeye kaçmak. İkinci adım ise, daha iyi bir hayat kurmayı düşleten müreffeh ülkelere sığınmayı başarmak.
Meşakkatli, ölüm kalım meselesi haline gelen göç yolculuğu bir çok zayiata yol açsa da kimileri mutlu sona ulaşıyor. Çoğu zaman, en az o meşakkatli yolculuk kadar zor bir işe girişiyorlar sonra. Bir zamanlar kaçtıkları coğrafyayı, coğrafyadan taşıyıp getirdikleri kimliği ve bir zamanlar göçmen olduklarını unutmaya çalışıyorlar.
Agota Kristof, Hafıza başlıklı bu yazısına “Sonra suratıma güçlü bir tokat indi sanki.” Diye devam ediyor. Bir zamanlar, daha yirmibir yaşındayken dört aylık kızıyla birlikte, bir insan kaçakçısının peşine düşüp Macaristan ve Avusturya sınırlarını geçtiği günleri anımsıyor. Şöyle diyor. “Sanki hafızam, hayatımın büyük bir bölümünü kaybettiğim o anı reddediyormuş gibi.” (sf. 27)
Türkiye İsviçre değil belki ama, Osmanlı coğrafyası dağıldığı günlerden beri kendisine sığınan eski vatandaşlarına kucak açıyor. Daha önce İspanya’dan kaçan yahudilere, yine ikinci dünya savaşında Almanya’dan kaçan Yahudilere kapılarını açtığı gibi. Kafkasya’ya, Balkanlara kucak açtığı gibi. Doğu Türkistan, Afganistan ve Bulgaristan’a açtığı gibi...
Bu gün de Suriyeli göçmenlere kapısını aralıyor. Suriyeli denilince, yekpari bir Arap etnisite söz onusuymuş gibi bir de sığınmacı/mülteci/göçmen düşmanlığı üretiliyor. Suriye’den gelenlerin arasında Çerkez, Kürt, Türkmen yokmuş gibi. Bombalardan kurtulmak ve insan gibi yaşayacağı bir gelecek hayal etmek için sadece çocuk olmak, çocuğunu korumak isteyen bir anne baba olmak yetmezmiş gibi.
İşin kötüsü ve vahimi, bizim içimizde mülteci/sığınmacı düşmanlığı yapanlar Agota Kristof gibi, kendileri de göçmen ya da göçmen çocuğu olanlar. Başlarını çeken Ümit Özdağ gibi. Ama Agota Kristof’tan bir farkları var. Bizdekilerin vicdanı hafızalarını gözümüzün içine baka baka reddediyor.