Demokrasinin gerçekleşmesi için en önemli etkenlerden biri sivil toplum kuruluşları. Yani, siyasi partiler, dernekler, vakıflar gibi kuruluşlar. Demokrasi ile idare edilen her devlet, hatta demokrasi konusunda sıkıntılı daha otoriter devletler bile kanun ve nizamları çerçevesinde sivil toplum kuruluşlarının varlığını gerekli görür. Kurulmalarına ve yaşamalarına izin verir. Hatta devletler, rejimleri açısından yararlı gördükleri sivil toplum kuruluşlarını destekler.

1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti de baştan beri sancılı ve sıkıntılı bir şekilde ilerlese de çok partili sisteme geçmeyi başardı. Üstelik bunu ikinci dünya savaşının etkilerinin sürdüğü zor günlerde gerçekleştirdi. Coğrafyamızdaki birçok ülkeden de önce demokrasiyi tesis etti.

Devlet kurmak, devlet olmak toplumlar için en zor işlerden biridir. Yeni bir devlet ise daha zor bir iş. Dışarda yapılan/bozulan hesaplar, içerde rahatsız, muhalif olanlar… Bunlar baş edilmesi, düzeltilmesi, tedbir alınması gereken bir çok mesele ortaya çıkarır.

Bir devlette insanların bir kısmı rahatsızsa ve bunu meşru yollardan halledemiyorlarsa illegal yollara başvurmayı düşünenler muhakkak çıkar. Nitekim dünyadaki tüm devletlerde olduğu gibi bu Türkiye için de söz konusu. Bu yüzden ordunun içinde rahatsız kesimler cuntalar kurdular, yıllar içerisinde defalarca darbeler yaşadık. Sivil toplumdaki rahatsız ve muhalifler de, legal yollarla kendilerini ifade edemediklerini düşündükleri için yasa dışı örgütler kurdular. Büyüklü küçüklü bir sürü örgüt. Kimilerinin adını zaman zaman çok duyduk. Kimileri terör eylemleri yaptılar. Kimileri zaman içinde duyulmaz oldu. Kimileri büyüdü, yıllar yılı başımıza bela oldu. Yasadışı veya teröre başvuran örgütler ülkemizde, gündelik hayatımızda hiç eksik olmadılar.

Ama birileri çıktı. Temiz aile çocukları olarak, öğrencilere ders çalıştıran, din iman anlatan, düzgün insanlar olarak tanıttılar kendilerini. Yıllarca çok büyük meblağlarda bağışlar topladılar. Yurt yapacağız dediler, kimi arsa verdi, kimi para verdi. Dersane dediler herkes yardımcı oldu. Gazete dergi dediler insanlar abone oldu. Televizyon dediler, saçma, basit hikayelerini seyrettirdiler. Zararsız, sevimli, iyi insan maskesiyle yıllarca milleti sömürdüler. Semirdiler…

Anadoludaki esnaftan, işçiden topladıkları paralarla diyalog kurmak istedikleri kiliselere bağış yaptıklarını öğrendik sonra. Sonra ülkenin en zengin insanlarına şifreli ananaslar gönderdiler. Askeri, polisi, adalet sistemini, siyaseti ele geçirecek kadar sızdıklarını öğrendik sonra. Sonra, silah zoruyla Türkiye’yi ele geçirmeye kalkıştılar. İnanmak zordu. Ama o kadar büyük bir ihanete o kadar uzun süre hazırlanmışlardı ki, gözlerini kırpmadan hocalarının planlarını uyguladılar. Millete, kendi çocuklarının eliyle kurşun yağdırdılar.

15 Temmuz 2016 gecesi, Fetullah Gülen, bir süre önce ettiği bedduaların karşılığını aldı. Öyle ya beddua konusu karşıda yoksa, bedduayı edene döner. Gülen son gülen olmak istedi ama gülemedi. Kendi oluşturduğu güzel imajı yerle yeksan etti. İnananlarını verdiği bir dolarla satın almıştı belki ama bozuk para gibi harcadı. Hocalığını, başka bir dinin ruhbanlığıyla, efendiliğini CIA köleliğiyle, kainat imamlığını Pensilvanya imamlığıyla, muhabbet fedailiğini millet düşmanlığıyla, katillikle takas etti. İnsanlığı iflas etti. Biz de tüm bunlara şahitlik ettik.

15 Temmuzun yıl dönümleri sadece bir darbenin önlenmesini hatırlamak değil. Milli, dini veya diğer insani duyguların sömürülmesine, kandırılmaya, kötü niyetleri en başından anlamaya yönelik hassas olmayı hatırlatan bir gün olmalı. Yoksa olan biten çabuk unutuluyor.