Geçtiğimiz bir hafta boyunca, Taksim Gezi Parkı’nda yeniden yapılması planlanan Topçu Kışlası ve çevre düzenlemesi bir grup tarafından protesto edildi. Ardından polisin şiddetli müdahalesi geldi. Şiddete maruz kalan protestoculara tüm yurttan, her kesimden vatandaştan destek geldi. Kayseri de dahil olmak üzere bir çok ilde protesto eylemleri gerçekleşti.

Keşke işler bu şekilde olmasaydı. Polis daha mutedil davransaydı. Bütün stoklarını tüketecek kadar biber gazına yaslanmak elbette doğru değildi. Sonuçta daha en başta bir grup insan demokratik şekilde tepkisini dile getirmek için bir araya gelmişti. Keşke insanların canı yanmasaydı. Ağaçlara değer veren insanlar devletin polisiyle bu şekilde karşı karşıya gelmeseydi.

Bütün Türkiye’yi bir anda saran, dünyanın gözünün üzerimize dönmesine sebep olan, acaba bir Türk Baharı mı olacak sorusunu merakla bekleten gelişmeler yaşadık. Dolayısıyla bu olaylara duygularımıza yenilmeyen bir bakış açısıyla bakarak hepimizin yararına olacak mantıklı sonuçlar çıkarmalıyız.

Başta başbakan ve iktidar partisi olmak üzere, ana muhalefet partisi CHP ve ikinci büyük muhalefet partisi MHP yöneticilerinin alması gereken çok ciddi dersler var.

Öncelikle Başbakan’ın şunu bilmesi ve anlaması gerekiyor. Geçtiğimiz bir kaç gün içerisinde gelişen olaylar ülkemizi ve bütün vatandaşlarımızı çok daha tehlikeli suların kıyısına kadar getirdi. Şayet Ulusal Kanal muhabirinin mikrofonu açık unutarak dile getirdiği gibi birkaç ölüm gerçekleşmiş olsaydı iş Taksim Parkı’ndaki ağaçlardan çıkmış olacaktı. Eğer bazı kesimler tarafından arzu edilen bu tür felaketler yaşanmadıysa, sokaklara çıkan, itirazlarını dile getiren vatandaşların tamamen ve yalnızca bir manüplasyonla sokağa çıkmadıkları içindir. Sokağa çıkan vatandaşların taleplerinde samimi olmalarından dolayıdır.

Peki, başbakanın ve iktidar partisinin kulak vermesi gereken talep nedir? Yalnızca Taksim’e avm yapılmasın, ağaçlar kesilmesin mi? Hayır efendim. Bunlar yalnızca bu insanların meramını anlatmak için başvurmak zorunda kaldıkları birer semboldür. Daha doğrusu, tabiri caizse bardağı taşıran son damladır.

Sokaklara dökülüp sloganlar atan, polisin sıktığı biber gazına eline geçirdiği taşla sopayla karşı çıkan, evlerinde lambaları yakıp söndüren, balkon demirlerine vuran, tencere tava tıngırdatan bu insanlar hükümetten ve başbakandan bir şey istiyorlar. Kendileriyle de barışan, seslerine kulak veren, senin oyuna mı ihtiyacım var diyerek dışlamayan bir başbakan ve hükümet istiyorlar. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yalnızca Ak Parti’ye oy veren insanlardan ibaret olmadığını hükümete ve başbakana duyurmak istiyorlar. Bu insanlar, isteklerini, sıkıntılarını, beklentilerini Büyük Millet Meclisi’nde temsil edemeyen partilerin muhalefetteki başarısızlıklarının bedelini ödemekten bıkmış ve yorulmuş durumdalar. Bir de taleplerinin sadece CHP’nin, MHP’nin ve diğer partilerin siyaset üretmedeki başarısızlıkları yüzünden daima hükümet tarafından reddedilmesi gibi tuhaf bir iletişimsizliği de yaşamaktalar. Belki sırf bu sebeple kendi meramlarını aracısız olarak dile getirmek amacıyla sokaklara döküldüler.

Şimdi, başta hükümet olmak üzere bütün siyasi partilerin şapkalarını önüne alıp düşünmeleri gerekiyor. On yıllık Ak Parti hükümetinin daima kulaklarını tıkadığı, itirazlarını umursamadığı bu insanlar seçmen sayısının hemen hemen yarısını teşkil ediyor. Bu sebeple meydanlara çıkanlar yalnızca bir partinin üyeleri, bir örgütün mensupları veya marjinal bir grup değil. Bu insanlar Ak Partiye oy vermemiş olan yani, toplumun hemen hemen yüzde ellisini teşkil eden diğer bölümü. Dolayısıyla hükümet politikalarında neredeyse tamamen yok sayılmak, diğer yüzde ellinin hükümete verdiği destek nedeniyle taleplerini dile getirememek gibi bir problemi on yıldır yaşıyorlar.

Geldiğimiz nokta itibariyle, bu gösteriler süresince aralarına provakatörler sızmış olsa bile, bazı siyasiler bunu kendi istikballeri için bir malzeme olarak değerlendirmek istemiş olsalar bile, başbakan ve hükümet bu insanlara kulak vermelidir. Onların da başbakanı olma, onların da onaylayacağı hükümet politikaları üretmek için bir çabaya girilmeli ve bu çabaların samimiyeti konusunda ikna edilmelidir. Aksi durumda tek parti CHP’sinin uyguladığı halka rağmen halkçılık politikaları bugün tersinden işlemeye başlamış demektir. Zaten başbakana yönelik otoriterleşme, tek adam olma, diktatörlük eleştirilerinin altında yatan haklılık payı da tam olarak buradan kaynaklanmaktadır. Başbakan buradaki inceliği kavrayıp gereğini yaptığı taktirde daha demokratik ve barış içinde bir ülkede yaşadığımıza olan inancı hep birlikte paylaşabileceğiz.

Apaçık bir şekilde bu eylemlerde şunu gördük. Cumartesi günü bütün Türkiye’de sokağa dökülen halk, sosyal medyada şu ya da bu şekilde örgütlenip kendiliğinden sokağa dökülmüştü. Maksat da kesinlikle üzüm yemek değil bağcıyı dövmekti.

Ardından yangına körükle gitmek tabirini birebir yaşadık. Yangın söndürmek için körük asla bir yöntem olamaz. Hele bu yönteme yangını söndürmekle görevli olanlar başvuruyorsa bu yalnızca hamakatle açıklanabilir.

Şimdi meydanlar yavaş yavaş yangına körükle gidenlere kalıyor. Çünkü yangından menfaati olanlar bu işin büyümesini ve her yanı sarmasını istiyorlar.