Önemli bir sorun çünkü, yirmili yaşlardaki gençlerle sohbet ederken, siyaset tartışırken bazı şeyleri anlatmakta zorlanıyoruz. Çünkü onlar anlayamıyorlar. Mesela en basitinden, gençler sakın provakosyona gelmeyin, kimsenin sizi manipüle etmesine izin vermeyin dediğimizde, derhal bizi duyarsız ya da olup bitenden habersiz olmakla suçlayıveriyorlar. Aynı delikten kaç kez zehirlenilir. Aynı hataya kaç kez düşülür. Aklı selime, fikre ve ibretli bakışlara şiddetle ihtiyacımız var.

Son günlerde Taksim Gezi Parkı üzerinden başlayan protestoları hem sosyal medyadan, hem gazete ve televizyonlardan üstelik bu eylemlere katılan arkadaş ve tanıdıklarımdan dinleyerek takip ediyorum.

Şunu üzülerek ve hayret ederek gördüm. Ortak bir akıl kadar ortak bir vicdana ihtiyacımız var. Bu ortak paydaları bulamadığımız sürece haklarımıza sahip olamayacağız.

Telefonda konuştuğum arkadaşım 28 Şubatta ne oldu. Eylem mi yapıldı, zarar gören mi oldu diye sordu. Facebook’un, twitterin olmadığı o günlerde, basının olan biteni görmek bir yana takındığı tavrı arkadaşıma nasıl anlatabilirdim. Cuma namazları sonrasında yapılan gösterileri, sabah namazlarının ardından yapılan duaları, dua eden insanların maruz kaldığı orantısız polis şiddetini, gözaltına alınanları, hapse girenleri, işinden gücünden olanları, okullarına giremeyen kızları. Batı çalışma grubunu, sadece sahnelenen bir oyunu bahane göstererek sokaklarda yürüyen tankları. Generallerin karşısında esas duruşta brifing alan hukukçuları vs. etkisi bin yıl sürecek denilen koskoca bir dönemde olup bitenleri,  O görmediyse ben nasıl anlatabilirdim.

Ortak vicdan dediğim işte tam burada lazım bize. Biz birbirimize karşı kör ve sağırız. Muarızlarımıza tahammül edemiyor ve onların devlet eliyle bertaraf edilmesinden mutluluk duyuyoruz. 12 Eylül’de olan da bu değil miydi? Halen o günlerin tarafları mevzilerine çekildiklerinde “Siz zaten devletin adamıydınız olan bize oldu. Ölenler bizdik, işkence gören bizdik, haklı olan bizdik” diye birbirlerini görmezden ve duymazdan gelmeye devam etmiyorlar mı? Oysa o günlerde provakasyonlar ve manipülasyonlar sonucu ölen binlerce gencin yarısı sağcıysa diğer yarısı solcuydu. İşkence görenler, idam edilenler, yıllarca hapishanelerde sürünenler de öyle.

Bütün mağdurluklarımızı da nalıncı keserini ölçü aleti gibi kullanarak değerlendirmeye tabi tutuyoruz. Hep bana hep bana. Sana ne olursa olsun görmem, duymam diyoruz.

4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu sırasıyla İslamcıları, Sosyalistleri ve Milliyetçileri uzun yıllar içerisinden çıkamayacakları bir sükunete (!) eriştirmişti. Bu kanun ve kanun çevresinde o yıllarda gelişen olayları bilmeden devleti tanımak mümkün değildir. Devlet kurulduğundan beri kendisine yönelik problem çıkarabilecek bütün mihraklara ince ayarlar vermişti. Bakın geçtiğimiz Pazartesi günü 50. Ölüm yıldönümünde hatırlanan Nazım Hikmet’in serencamını anlamak bu yasa ve sonuçları hakkında fikir sahibi olmamız gerekiyor.

Sonra sırasıyla 27 Mayıs’ı, 12 Mart Muhtırasını, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı, 27 Nisan’ı anlamamız, buralarda kimlerin nasıl alet edildiğini, kimlerin diktatör olduğunu, sokaklara dökülen insanları, tamamen galeyana getiren haberleri gözden geçirmemiz gerekiyor.

Dünden bugüne yaşadğımız bu tür olaylardaki, senaristleri, aktörleri, mizansenleri ve kurbanları tanımazsak, aynı örnek klişe senaryoları başka aktörlerle izleyip gına getirdiğimiz Türk Filmleri gibi daha çok izleyeceğe benziyoruz.