...
Gezginler şehri, İslam dünyasının ilk kâğıt değirmeni Semerkant’ta belki de hayatının en büyük şansı ile karşılaştı Hayyam... Ömer Hayyam sonuçta adı, tutamadı dilini çıktı kadının karşısına. Derken kadıda ince bir tını, kızmakla sevmek arasında gidip gelen, ne düşündüğü hissedilemeyen yüz hatları. Çıkardı muhafızları dışarıya kadı; otur dedi Hayyam’a. Gitti bir sandığın başına, açtı kapağını, çıkardı içinden bir kitap, verdi ellerine Hayyam’ın. Kalın sert bir deri, tavuskuyruğu biçiminde oymalar, düzensiz, yıpranmış varak kenarları ve iki yüz elli altı boş sayfa... Malını öven çerçiler gibi konuşmaya başlayan kadı; “Çin kağız’ı bu. Semerkant atölyelerinin bu güne kadar ürettiği en iyi kâğıt. Maturid mahallesinden bir Yahudi, benim özel siparişim üzerine tamamen beyaz dut ağacına dayalı kadim bir tarife göre imal etti bunu. Dokun bak, dokusu ipekle aynı” dedi ve döktü amacını sözlere kadı; “Benden on yaş büyük bir ağabeyim vardı, öldüğünde senin yaşındaydı. Belh şehrinde o gün ki hükümdarın hoşuna gitmeyen bir şiir yazdı diye, parçalanarak öldürüldü... Bu kitabı sakla, ne zaman ki zihninde bir mısra şekillense, dudaklarına yaklaşıp dışarı dökülmek istese hiç düşünmeden tut, bastır onu ve sır gibi saklayacağın bu varakların üzerine yaz...”
...
Amin Maalouf’un eserinden aklımda en çok kalan kısımla başladım bugün yazmaya. Ülkeyi saran kan ve barut kokusunu içine çektikçe, bu kokunun tarifini yazamayan, yazmaya cesaret gösteremeyen bir korkak gibi çaldım belki de Hayyam’la kadının öyküsünü. Düşündüm; o gün kadının Hayyam’a; “sır ve korku devrindeyiz, her düşündüğünü ifade edebileceğin gün, senin torunlarının torunları bile ihtiyarlamış olacak” demesini. Düşündüm; “İki yüzün olmalı, birini kalabalığa göstermeli, ötekini kendine ve yaratıcına saklamalısın. Gözlerini, kulaklarını ve dilini korumak istiyorsan; gözlerin, kulakların ve bir dilin olduğunu unut” demesini düşündüm. Yazamadım da içimdekileri öylece düşündüm hissettiklerimi. Bursa’da spor muhabirliği yapan bir arkadaşımın; “Sehit olan polislerimizle maçı konuşmuştuk oysaki” demesini düşündüm; CHP çelengini parçalayanların, bir çiçeği parçalayacak öfkesini düşündüm. Bir çiçeğe duyduğum saygıyı, o çiçeğin yaratıcısının Allah olduğunu, parçalayana sorsak lakin beni dinsizlikle suçlayacağını düşündüm. CHP İl Başkanı Feyzullah Keskin’in; “Şehit cenazesine bile saygı göstermiyorlar” demesini düşündüm... Düşündüğüm her kelimeyi bir gezegen yaptım, enine boyuna, suyuna toprağına, çekirdeğine kadar tekrar tekrar düşündüm. Kelimelerin girdabına düştüm de, sus dedim kendime. Hani tırnak olsa etinden söker atarsın ama sökülemeyen acılar var insanın yüreğinde. Ben yüreğimden söküp atamadığım vatanımın, söküp atamadığım acısını, dokusu ipekle aynı bir Çin Kağızı’na işledim de, susarak döktüm içimi. Ben nar gibi döktüm saçtım içimi. İçim feda olsun dedim, sustuklarımı duyan, döktüğümü toplayana. İki yüzümden birini kapadım insanoğullarına, döndüm öteki yüzümü kendime ve Yaratıcıma. Al dedim içimi, koydum ellerine. Tanelerce nar, tanelerce acı bıraktım da ellerine, öylece kaçıp kurtuldum kelimelerden, öylece sığındım şefkatine...