Koca dünyanın Anadolu’sunda, Anadolu’nun ufak bir kasabasında ve aslında hepsinden çok kendi dünyasında yaşayıp giden sessiz bir çocuktu, Hasan Ali. En büyük tutkusu okumak, kağıda kaleme dokunmak ve alabildiğine yazmak olan bir çocuk.

Belki mahallenin kadınları ensesindeki yarayı deşip durmasaydı adı “Aynalı”ya çıkmayacak, sokaktaki çocuklar onunla dalga geçmeyecek ve o da bu yüzden içine kapanmayacaktı. Hatta ve hatta bir tesadüf eseri eline aldığı kitaptaki Hasan karakterinin bir katırın gövdesinden baktığı gibi, “Aynalı” sıfatının içinden bakmayacaktı hayata.

Nitekim her şey olması gerektiği gibi gelişti. Hasan Ali sustu, içine kapandı, küçük bir kasabada akılda kalabilecek tüm detayları bir bir gözlemledi. Sararmış sayfalara sığınıp, omzuna dokunan “Edebiyat Tanrısı” na kendini teslim etti. Kelimelerin lezzetine varan Hasan Ali, aklımıza kazıdığı kitaplarıyla ve o kitaplardaki hayatı nezaketen kabul etmişçesine sessizce yaşayıp giden kahramanlarıyla bizlere postmodern edebiyatın eşsiz eserlerini verdi.

Şimdi ise aynı zaman diliminde yaşadığıma minnet duyduğum o yazar tam karşımda! “Konuşamam pek fazla ama konuşturulabilirim” diyor. Cesareti bu cümleden alarak merak ettiklerimi bir bir sıralıyorum.

hasan ali2

Biliyorum, bu soruyu size sormak biraz tuhaf olabilir. Ama ben ‘’ Hasan Ali şu tarihte, şurada doğdu’’ gibi ezbere bilinen ve kronolojik sıraya dizilen o cümlelerin dışında “Hasan Ali kimdir “ diye sormak istiyorum.

İnsan kendini nasıl tanımlayabilir ki… Bu çok zor bir şey. Hasan Ali, on üç yaşındayken, kasabanın bakkalından “Ben roman yazacağım” diyerek defter almaya giden çocuktur. Emekli bir memurdur, babadır, kocadır, dededir. O ilk defteri almaya gittiği o zamandan bu yana, hala roman yazmaya çalışan bir adamdır.

EDEBİYAT TANRISI DİYE BİR ŞEY VAR

Maliyede veznedarlık ve icra memurluğu yapmışsınız. Şimdi ise “Doğu’nun Kafka’sı “ olarak anılan bir yazarsınız. Bu nasıl oldu? Yazmaya nasıl başladınız?

1960lar ve o zamanlar kasabadayız. Yollarda asfalt yok, evlerde elektrik yok, gaz lambalarıyla aydınlanıyor teneke sobalarla ısınıyoruz. Su yok ve çamaşırlar kasabanın çeşmelerinde yıkanıyor. Böyle bir dönem ve ben sekiz yaşındayım. O dönemde başımın arkasında bir yara çıktı. Belki kendiliğinden geçebilecek bir şeydi bu ama mahallenin kadınları ‘kocakarı ilaçları’ diye tabir edilen yani kendilerine has yöntemlerle bu yarayı iyileştirmek adına deştikçe deştiler. Ve bir süre sonra ailemle Denizli Devlet Hastanesine gitmek zorunda kaldık. Tedavinin ardından okula döndüğümde artık kafamın arkasında yaranın olduğu o yerde saç çıkmıyordu. Ve kafamın arkasındaki bu ufak, parlak ve yuvarlak deri parçasını eski zaman erkeklerinin ceplerinde taşıdığı aynaya benzetiyordum. Sanki ben yolda yürürken yaramın ışığı bir ayna gibi duvarlara, kaldırımlara yansıyormuş gibi gelirdi. Bu durum beni sokağa çıkmaya korkan sessiz biri haline getirdi. “Aynalı” diye seslenmeye başladılar. Hasan Ali yoktu artık, Aynalı vardı…

Peki bu durumda “Kalabalıktan kaçıp kitaplara sığınan, sadece orada rahat eden hatta bir süre sonra yazma ihtiyacı duyan biri oldunuz ve böylece edebiyat hayatınızın ilk tohumlarını attınız “da diyebilir miyiz?

Kasabadan kaçmak istiyordum en azından. Ama çocuksun, nereye kaçacaksın. İşte tam o günlerde okulun bahçesine uzun boylu bir adam geldi. Simit, poğaça ve bizim Denizli’nin meşhur ‘zafer gazozu’ ndan satıyordu. Bunların yanında bir de yere serdiği hikaye kitapları vardı. Tabi o zamana dek hayatımızda hiç poğaça, simit ve gazoz görmediğimiz için teneffüse çıkar çıkmaz bunlara hücum ederdik. Bunları satan adam da sürekli bize, “Çocuklar kitap ta alın” diye telkinde bulunurdu. Bir gün boş bulundum ve “Konuşan Katır” diye bir kitap aldım. Ve o gün “Edebiyat Tanrısı” bana dokundu. Boş bulundum, oradan bir kitap aldım: ‘Konuşan Katır’. ‘Bin bir Gece Masalları’nda Şehrazat’ın anlattığı bir masal. Ve bu masal kahramanının adı Hasan’dı. (Edebiyat Tanrısı adeta jestler yapıyordu benim için). Bu masalda kötü kalpli büyücüler şehzadeyi katıra dönüştürmüş ve Hasan artık katır gövdesinin içinden bakıyor dünyaya. Tıpkı kasabalıların da beni ‘aynalı’ sıfatına hapsetmesi ve benim artık dünyaya oradan bakmam gibi. Yani böyle bir özdeşlik kurdum, kelimelerin lezzetine vardım ve bir şeyleri kelimelerle inşa edebilmenin mümkün olduğunu anladığımda edebiyat virüsüne çoktan bulaşmıştım.

WhatsApp Image 2018 05 01 at 12.43.31

“ÇOK İYİ BİR OKUR OLDUM “

Konuşan Katır dışında, o dönemlerde nelerle devam ettiniz edebiyata?

Kayseri Valisinden taziye ziyareti! Kayseri Valisinden taziye ziyareti!

Çok ama çok fazla okurdum. Orta okula geldiğimde, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Muazzez Tahsin, Kemal Tahir, Kerime Nadir gibi Türk Edebiyatının demirbaşlarını çoktan bitirmiştim. Sonrasında ise Dünya Edebiyatından Tolstoy gibi isimlerle devam ettim.

Peki ya bakkala roman yazmak için gidip aldığınız o defter ne oldu? Yazdınız mı ilk romanınızı o zamanlar?

Bilirsiniz bizde her üç kişiden ikisi şairdir ve genellikle önce şiirle başlanır. Sonra başka şeylere geçilir. Bende tam tersi oldu. Önce romanla başlayıp sonra üç öykü kitabı yazdım. Sonra yeniden romana döndüm. O ilk yazmaya çalıştığım romanda ( tabi on üç yaşındaydım ve o yaştaki bir çocuğun roman yazmaya, ne nefesi ne de kalemi yeter. Yetmedi ve haliyle yarım kaldı. O dönemde kasabada yaşadığım için, romandaki kahramanlar da tahmin edileceği üzere kasabadan şehre kaçmaya çalışan çocuklardı. O çocuklar roman bitmediği için yolun yarısında kaldılar. Şimdi hep, şuanda yazdığım romanlarla o yarım kalan romanı tamamladığımı düşünürüm. Ama asla tamamlanamayacak, ne yazarsam yazayım eksik kalacak o roman.

NURİ BİLGE CEYLAN İLE RUH AKRABALIĞIMIZ VAR

Kısa bir araştırma ile kitaplarınızın bazı insanlar üzerindeki yorumları şu şekilde: “ Eğer Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerini izlemeyi seviyorsanız, Hasan Ali’nin kitaplarını okumayı da seversiniz. Çünkü, Hasan Ali’nin yazdıkları da Nuri Bilge’nin filmleri kadar “sade, sessiz fakat aynı zamanda gerçek ve çarpıcı”. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bunu daha önce de duydum. Hatta Everest Yayınlarından çıkan kitaplarımın editörü, Nuri Bilge Ceylan ile tanıştıktan sonra beni arayıp şöyle demişti “ Eğer Nuri Bilge sinemacı değil de romancı olsaydı senin yazdıklarını yazardı ve aynı şekilde sen de sinemacı olsaydın Nuri Bilge’nin çektiklerini çekerdin.” İki yıl evvel tanışıp yüz yüze geldiğimizde de aynı benzerlikleri gördüm. Sanırım kendisiyle ruh akrabalığımız var. Bunu filmlerini izlerken de hissedebiliyorum.

Bir filmi hakkında da yazmışsınız sanırım…

Evet, bu Nuri Bilge ile tanışmadan önceydi. Ve filmin tamamı değil ama bir sahnesini yazmıştım. O da şöyle oldu. Film eleştiri dergisi olan “Altyazı “, benden sevdiğim ya da sevmediğim bir filmin, sadece bir sahnesiyle alakalı bir yazı yazmamı istedi. Ben de, Nuri Bilge’nin “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminde bir elmanın yuvarlanışını yazmıştım. Başlık olarak “Elma Attım Yuvarlandı”yı kullandım. Bir türküdür bu hatta. Filmi de gerçekten çok iyi.

TÜRKÜLERDEN ÖĞRENECEĞİMİZ ÇOK ŞEY VAR

Türküler demişken… Çok sevdiğiniz aşikar… Peki türküleri eserlerinize bu kadar çok işlemenizin özel bir sebebi var mı?

Türküleri çok severim. Türküler bizim sözlü kültürümüzün gülleridir. İster hikâye yazıyor olun ister roman ister şiir, arada bir şair ve yazarların dönüp bu derin gülleri koklaması gerekiyor. Çünkü türkülerden öğreneceğimiz çok şey var. Şiir bir kişinin elinden çıkıyorken türkü çoğu kez bir milletin elinden çıkıyor. Şiir kitabının bir editörü varken türkünün yüz binlerce… Türküler yüz yıllar içinde bazen bir hecesi atılıyor, bazen kelimeler ekleniyor.

Mesela Neşet Ertaş’ın “ Ayva turunç nar bende / Aldı aklım yar bende”. Biz o türküyü dinlerken ikinci dizeyi hep “ Yar benden aklımı aldı” gibi anlarız fakat esasında öyle değildir. Demek istediği, yar aklımı alsa ne olur, o zaten bende. Yani bir harfin eklenmesi yani eksilmesi türküyü çok daha güzel bir hale getirebiliyor. Laf nasıl gezdirilir, anlam nasıl askıya alınır ya da ritim ve yankı nasıl yaratılır? Bunlar türkülerden öğreneceğimiz şeyler ve daha çok şey var.

hasan ali3

Peki türkü söyleyebiliyor musunuz ya da bağlama çalabiliyor musuz?

Dinlerim ama söyleyemem. Hatta şöyle bir anım var. Ortaokuldayken bağlama çalmaya heveslenip bir bağlama almıştım. Kasabada bağlama çalabilen bir abiye çırak olarak gittim bana bağlamayı öğretsin diye. Bana eve gidince bağlamamı duvara yaslamamamı eğer yaslarsam sapının eğrilebileceğini bu yüzden de akordunun tutmayacağını söyledi. Ben de evin tavanına bir çengel yaparak onu boşlukta durması için astım ve yerdeki minderlere uzanıp bir yandan da üzüm yiyerek İnce Memed’i okumaya başladım. Kitapta, Memed Hatçe’yi kaçırdı, Döne kadın yanlarında tabi, kayalıklara falan tırmanıyorlar. Ben o anı yaşar gibi yerimde duramıyorum. Hızlı hızlı üzüm yerken kitapta anlatılanların heyecanıyla ayağa kalktım. Ve kafam boşlukta asılı olan bağlamaya çarptı. Bağlama yere düştü ve teknesi kırıldı. Haliyle benim de hevesim kırıldı. J

Kayseri’de geçtiğimiz aylarda yapılan kitap fuarındaki imza gününde , kuyrukta beklerken hemen hemen herkes şuna benzer cümleler kuruyordu: “Bu kadar kalabalık olacağını tahmin etmiyorduk”. Kastettikleri şey olumsuz anlamda değildi elbette. Demek istedikleri şey, Hasan Ali belli bir, okur kitlesine özel bir yazar... O kuyruktaki herkes yazdıklarınızı sadece kendileri anlıyormuş gibi düşünüyordu esasında. Okuruna özgü yazar olmak nasıl bir duygu?

Açıkçası buna ben de şaşırıyorum. Mesela en uzun süren imzam Diyarbakır’daydı. 14:00da başlayan imza, o gün gece 23:00da bitti. Ve bu bence iyi bir reklam ya da popülist bir rüzgarın bir sonucu değildi. Çünkü ben ilk kitabımı çıkaralı otuz yıl oldu. Yani o uzun kuyruk, otuz yıldır milim milim kat edilen yolun sonucu aslında.

BİR ROMAN KARŞISINDA EN PERİŞAN OKUR, O ROMANIN YAZARIDIR

‘’ Kuşlar Yasına Gider” kitabınızı yazmadan önce babanız vefat etmiş. Bu kitapta da ailesi Denizli’de, kendisi Ankara’da yaşayan bir karakter görüyoruz. Aslında edebiyat dünyasının vazgeçilmez temalarından biridir, “baba-oğul” ilişkisi. Hem kitabın içeriği hem de hayatınıza bakacak olursak şunu söyleyebilir miyiz: Bu kitap sizin babanızla ilgili mi?

Bana göre bir roman karşısında en perişan okur, o romanın yazarıdır. Çünkü yazar, o romanı yazarken birkaç tane kurgu hazırlamıştır. O kurgular arasından en iyisi diye birini seçmiştir. Ama birini seçerken öteki kurguları unutması mümkün değildir. Yazdığı sayfaları çöpe atsa bile... Bazen de bazı şeyleri yapmayı amaçlayıp yapamamıştır. Ve hala yaptığını sanıyordur. Bir de yapmayacağım diyerek farkında olmadan yaptığı şeyler vardır. Mesela eserdeki bazı güzellikler farkında olmadan gelişir. Ki zaten edebiyat, aklın menzilinde olan bir şey değildir. Bu, bir sandalye üretmeye, bina yapmaya ya da elbise dikmeye benzemez. Elbette akıl edebiyata ya da diğer sanat dallarına dâhildir, ama sanat aklı da geride bırakıp sezgiyle ilerleyen bir şeydir. Yani bu yüzden, bir romancıya roman hakkında hiçbir şey sormamak gerekir. Çünkü romanın son cümlesi yazılıp nokta konduktan sonra o roman tekemmül etmiştir. Tamamlanmıştır ve tamamlanan roman artık konuşur. Roman ne konuşuyorsa doğru olan da odur.

AMA BİR OKUR OLARAK CEVAPLARSAM…

Bu soruya yazar olarak değil de nacizane bir okur olarak cevap vereyim. Bence yazar, Kuşlar Yasına Gider’deki anlatıcının (ki o da bir yazar) kendisi sanılması için bile isteye okurum önüne kendi hayatına dair herkesçe bilinen bazı bilgileri serpiştiriyor. Denizli’li olması, yazar olması, Sonsuzluğa Nokta romanının babanın telaffuz hatası yüzünden Noktanın Sonsuzluğu olarak verilmesi vs. bunlar kasten yapılan şeyler. Çünkü burada bir tuzak var. Eğer yazarın önümüze koyduğu yemlere bakarak biz, “ Bu yazarın kendi hikâyesi” dersek kitabın içindeki çarpık bir bakış açısına sahip olan akademisyenden bir farkımız kalmaz.

Yine bu kitapta ana karakter olan yazar babasını şöyle tanımlıyor: “ Zaten o yıllarda burnumuzun ucunda gezinen bir mazot kokusuydu babam, kulağımızda çınlayan uzak bir motor sesiydi. Gitti mi, gelmek bilmezdi…” diyor. Peki ya siz? Siz babanızı nasıl tanımlıyorsunuz?

Yine bu tanımlardım. Çünkü benim babam da uzun yol şoförüydü ve sahiden gitti mi gelmek bilmezdi. Hatta sık sık gider, seyrek gelirdi.

BİR İNSANIN KALBİNE DOKUNABİLMEKTEN DAHA GÜZEL BİR ÖDÜL YOK

Yazdığınız kitapların çoğu ödüllü ve oldukça kalabalık bir okur kitleniz var. Onların karşısına hiç Nobel ile çıkmayı düşündünüz mü?

Hayır. Nobel, aklımın en uzak köyünden bile geçmedi hiç. Çünkü bir önemi yok benim için. Mesela imza günlerinde bir okurum geliyor, Kuşlar Yasına Gider’i imzalatmak için. O esnada birkaç cümle söylemeye çalışıyor fakat gözleri dolu dolu. Sonra diyor ki, “Hasan Ali bey, size sarılabilir miyim?” Sarılıyoruz. Yani bir insanın kalbine dokunabilmekten daha güzel bir ödül var mı? Bence yok. Ve tek bir amacım var. O da, şuana kadar yazdıklarımdan daha güzel bir roman yazabilmek.

Edebiyat ve edebiyatın beli kilometre taşları “ Gösteri Toplumu” dediğimiz kitle tarafından bir popüler kültür malzemesi haline getirilmiş durumda. Belli bir kesim, özellikle sosyal medyada, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonnasından cümleler, Ahmed Arif”in ya da Cemal Süreya’nın şiirlerinden dizeler paylaşarak edebi bir kimlik oluşturmaya çalışıyor. Derinine inilmeden oluşturulmaya çalışılan bu edebi kimlik meselesi hakkında siz neler söylemek isterdiniz?

Aslında bu sadece ülkemize özel bir durum değil, maalesef ki Batı’da da böyle ve üstelik sadece sosyal medyayla sınırlı kalmıyor. Otobüste, trende ya da metroda okunacak köpüksü kitaplar var. Onlar ayrı bir kategoride. Bir de edebi kitaplar var. Ama dediğimiz gibi onlarda bu ayrışma var. Bizde bu ayrışmayı henüz yayınevi kitapçı rafı bazında değil de okur bu kategorilendirmeyi kendi gözünde yapıyor. Yani aslında bu durum, teknolojinin, hızın, gösteri çağının getirdiği bir takım şeyler. Fakat has edebiyat ve edebiyatçılar bu gürültüye patırtıya rağmen, kendi kulvarında yürümeye devam edecektir. Karamsar olmamak gerekiyor diye düşünüyorum.

GENÇLER BAŞKA YAZARLARA BENZEMEKTEN KORKMAMALI

Sizi en çok etkileyen kitaplar hangileri ve şu sıralar neler okuyorsunuz?

Beni aslında tüm kitaplar etkilemiştir. Çünkü Umberto Eco’nun da dediği gibi, “Kitaplar, kitaplardan yapılmıştır. “ Yani bir kitapta ondan önce yazılmış birçok kitabın izi vardır. Ama bariz bir etkilenmeden bahsedecek olursak, bu edebiyat maceramın başında oldu. Canlı canlı gördüğüm ilk yazar olan Bekir Yıldız’dan çok etkilenmiştim. Hayrandım ona. Hatta o dönemde ondan etkilendiğimin farkında bile değildim. Denizli’ye geldiğinde kaldığı oteli buldum. Ve yazdığım bir öyküyü alıp yanına gittim. Hikâyemi okuduktan ve kitaplarını imzaladıktan sonra bana “Hangi kitaplarımı okudun? ”diye sordu. Hepsini okuduğumu söyledim. O da bana “ Bundan sonra sen beni okumasan iyi olur” dedi. Zarafete bakın, ona benzemeye başladığımı söylemedi. Bu dediğini birkaç hafta sonra anladım. Farkından olmadan ona benzemişim. Ama bu başlangıçta hep olur. Çünkü insan kendine başkasından dolanarak gelir. Bundan yola çıkarak şunu diyebiliriz, “Gençler, başka yazarlara benzemekten korkmamalıdır. “ Öykünerek başlarlar ama sonunda kendilerini bulurlar. O noktadan sonra da istese bile başkalarına benzeyemezler.

Son kitabınız olan Gecenin Gecesi Kuşlar Yasına Gider ’den hemen sonra çıktı. Tepkiler nasıl ve şuanda yazmakta olduğunuz yeni bir kitap var mı?

2016 yılında Kuşlar Yasına Gider ve 2017’de de Gecenin Gecesi çıktı. Fakat bu, 2016da romanım çıktıktan sonra oturdum ve Gecenin Gecesini yazdım gibi anlaşıldı. Fakat ben o kadar hızlı yazan bir yazar değilim. Öyle olmak ta istemem. Gecenin Gecesi’ndeki beş öykü, benim son on sekiz yılda yazdığım öykü. Bence kitap sayısının önemi yok. Yani Ahmed Arif tek kitabıyla geçti bu topraklardan. İçinde yirmi iki şiir olan tek bir kitap. Kim silebilir hafızasından ya da edebiyat dünyasından, “Hasretinden Prangalar Eskittim. Silemezsin. Yani az olsun ama nitelikli olsun, kalıcı olsun. En güzeli, en kıymetlisi bu bence. Ve evet, yazdığım bir kitap var şuanda. Bir buçuk ay önce başladım. Kaplumbağa hızıyla yazıyorum ve ne zaman biteceğini kestiremiyorum. Kısmet. Ama heyecanlıyım ve bu romanı bitirmeden ölmek istemiyorum.

HAYATA KATLANABİLİYOR OLSAYDIK SANAT DİYE BİR ŞEY OLMAZDI

Ülke gündemi son zamanlarda hiç iç açıcı değil. Kimi gündemi deli gibi takip edip oturduğu yerde yorumlarken deliriyor. Kiminin ise yüreği kaldırmıyor olan biteni, bu yüzden de oyalanacak meşgale arıyor. Kimi ise kitaplara sığınıyor. Bir romancı olarak “Hayatın yükünü kaldıramayınca kitaplara sığınmak” durumu hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

Hayata katlanabiliyor olsaydık sanat diye bir şey olmazdı, buna gerek kalmazdı. Hayata katlanamadığımız için şiir, resim, müzik ve edebiyat var. Yazar da okur da aynı sebepten dolayı sığınıyor sanata zaten. Aynı zamanda hayatı daha yaşanılabilir kılma yollarından da birisi bu. Başka çaremiz mi var?