Bir çok yeniliği hiç yadırgamadan gündelik hayatımıza katıyoruz. Modern hayatın bir çok getirisini sorgulamadan kabul ediyoruz. Mesela teknoloji. Hızla gelişmesine ve değişmesine rağmen, çoluk çocuk, kadın erkek ve orta yaş teknolojinin geldiği noktayı yüksünmeden takip ediyoruz. Yüksünmeden diyorum, çünkü aslında teknolojiyi takip etmek bir çok şeyi öğrenmekten daha zor bir öğrenme süreci. Mesela bir cep telefonunu tüm detaylarıyla kullanmak, herhangi bir hobiyi yaşamak için harcayacağınız zamandan çok daha fazla zaman gerekiyor.
Tablet, bilgisayar, sistemler, programlar gibi şeyler, kitap okumaktan daha zor ve daha çok vakit istiyor. Kitap okumaya vaktim yok diyen insanımız facebook, msn, youtube gibi programların karşısında farkına varamadıkları kadar çok zaman geçiriyorlar. Aslında profesyonellerin kullandığı photoshop gibi programları öğrenmek için çaba harcamayı marifet sayarken, mesela resim, ebru gibi çok daha önemli ve değerli çabaları hem küçümsüyorlar, hem de vakit yok, öğretecek kim var ki gibi bahanelere sığınarak gerçeklerden kaçıyorlar.
Sonra genci yaşlısıyla şehirden, sosyal imkanların yokluğundan, kültürel ve sanatsal etkinliklerin azlığından şikayet ediyorlar. Bu tamamen bir iki yüzlülük doğrusunu söylemek gerekirse. İnsanlarımız zamanlarının değerini bilmiyorlar. Bu bilgisizlik nedeniyle ömürlerini boş işlerle tüketip duruyorlar. Tamamen faydasız ve değersiz şeylere hem zamanlarını hem paralarını harcıyorlar. Kitabın, sinema biletinin, tiyatronun pahalılığından dem vururken, hiç ihtiyaçları olmadığı halde bilgisayarlara, cep telefonlarına bütçelerini aşan paraları vererek sahip olmak için birbirleriyle yarışıyorlar.
Hal böyle olunca ortaya bir boşluk çıkıyor. Oysa hayat boşluğu kabul etmiyor. Oluşan bu boşluğu doldurmak için harekete geçenler kendi çaplarında bir çabaya girişiyorlar. Bu çaba insanların ilgi göstermediği, kalite bakımından rekabet gerektirmeyen bir ortamda cereyan ediyor. Üzeri kapalı bir şekilde şehrimizdeki kültür sanat hayatından bahsediyorum. Neyin iyi, neyin güzel, neyin bayağı olduğuna pek bakılmaksızın üretilen bir ortam oluşuyor doğal olarak. Çünkü iyiye, güzele bir talep yok. Uğraşanlar da daha iyi için ayrıca bir çaba harcamaya gerek duymuyor. Neticede iki taraflı bir rahatsızlık doğuyor. Bir yanda biz birşeyler yapıyoruz kimse ilgilenmiyor diye yakınanlar. Öteki tarafta kültür sanat bu kadar basit mi, bu kadar ucuz mu, en iyisi bu ortamdan uzak durmak diye kenara çekilenler.
Tüm bu olup bitenlerin içerisinde çok daha sessiz, kenarda kıyıda kalmayı göze alarak sözünü ettiğim güzelliği üretmeye çalışanlardan hemen hemen hiç kimsenin haberi yok. Olup bitenlere taraf olmaya gönül indirmeyi de kendine yakıştıramadan sadece üretenler.
Şehirdeki manzara böyle olunca kel başa şimşir tarak demekten başka çıkar yol kalmıyor. Şehrin sanatçısı, yazarı şairi böyleyse, sanatın hamiliğini yapacak kurumlar ve kişiler de ancak bu kadar meselenin üzerine eğilir.
Aslında Kayseri’deki kültür sanat hayatını şöyle bir gözümün önüne getirip düşündüğünde yiğidi öldür hakkını yeme diyorum kendi kendime. Şairlerin, yazarların, ressamların, tiyatrocuların önemli bir kısmının haline bakınca; böyle bir güruha belediye ne yapsın. Başkan ne yapsın. Kültür müdürü ne yapsın. Eldeki malzemeye bakınca ortaya çıkacak şey hakkında fazla beklentiye girmek gereksiz. Yapılan bazı şeyler haketmeyen insanlar için fazla bile bulunabilir.
Kendi adıma, bu şehirde kültür sanat hayatında bir şeylerin değişmesi, kalitesinin yükselmesi, daha güzel olması için üzerime düşmediği halde zaman zaman boyumu aşan çabalara giriştiğimi itiraf etmeliyim. Çünkü şikayet etmek kolaya kaçmak. Birilerinden öncülük ve hamiyet beklemek de işin en kestirme bahanesi.
Üniversitelerden, belediyelerden, şehrin önde gelenlerinin ilgisizliğinden sürekli yakınan herkesin şapkasını önüne koyması gerekiyor. Biz bir yerde yanlış yapıyoruz, bu işin bir doğrusu olması lazım diye bir düşünmesi gerekiyor.
Bana kalırsa en önce ve ilk başta çoğunun kendini küçük düşürdüğü kaprislerinden vazgeçerek işe başlaması lazım. Hani dengesiz ve tepeden konuşmalarıyla herkesi rahatsız eden Fazıl Say var ya, şehirdeki bazı müteşairlere bakıyorum da arkadaşlarına okumak için belediye otobüsünde yazdığı şiirle Fazıl Say’ı mumla aratan ukalalıkla kendini yere göğe sığdıramıyor. Siz kendi değerinizi biçerseniz değerinizi bilmediği için kimseye gücenemezsiniz. Değer de siz, terazi de siz olursanız bu iş nasıl olacak.
Ayinesi iştir kişinin demişler. Bir tane kitap okumazsınız. Yazar bilmezsiniz, kendinizden başka şair tanımazsınız, kuram bilmezsiniz, felsefeden haberiniz yok. Ben yaptım oldu dediniz yıllardır. Yaptığınız işe bakın. Memlekette sanatı ne hale düşürdünüz. Sözümüz meclisten dışarı filan değil. Örnek çok ama sadece edep gereği isim zikretmedik. Çünkü şahısları eleştirmiyoruz, zihniyeti eleştiriyoruz. Üzerine alınacak kimse var mı?