( A. Camus / Sisifos Söyleni)

 

Sevgili; aklındaki. Aklındaki; düş(ünce). Düşünce; zirveye ulaştığında düşüreceğini bildiğin kaya. Sisifos’un kayası.  Aşk; hayatta olmak. Sırtında zirveye taşımak kayayı, düştüğünde tepeden aşağı ardından koşmak. Aşk; Hayy’ın sırrı. Ne çıkarken ne de düşerken bir mükâfat beklememek. Rahata ermemek. Sırtındaki kayadan kat kat ağırlaştırmak zihninde ki kayanın düşüncesini. Bir kıymık gibi değil, bir paslı çivi gibi kafanda taşımak düşü(nceyi). Aşkı bir kör hançer gibi kalbinde duymak. Düşü düşünceye, düşünceyi düşe feda etmeden hep huzursuz, hep iki büklüm, hep her an düşecekmiş gibi, düşürecekmiş gibi zahmetle, dikkatle, korkuyla yaşamak. Her sabah zirveye doğru tırmanmaya başlamak umutla ve her akşam yeisle yuvarlanmak aşağılara.

 

Çekip gitmeye her yeltendiğinde, bırakıp kaçmaya her teşebbüs ettiğinde, aklına her “başka” geldiğinde, kendi çilenin eşsizliğine büyülenmek yeniden. Bütün başkaların rahatlığına, “değerbilirliğine”, rağmen,  sıradanlığından kaçıp, kendi işkencene dönmek aşkla. Ve şükretmek bu işkenceyi başkasına değil sana çektirdiğine. “Seçkin” olmak, seçildiğinin şuurunda olmak değil mi bir yönüyle. Bir yönüyle seçmeyi bilmek değil mi?

 

Önce seçmek, sevmek yani, yani düşünmek, aklında tutmak. Sevmenin kaçınılmaz sonucu sevgilinin dikkatini çekmek için çırpınmak, haykırmak sesini duyurmak için. Sevilmeyi ummak. Fark ettiğin tarafından fark edilebilmek çabası.

  

 

Yoksunlukların, yoklukların, çaresizliklerin içinde yapabileceğin şey yürümek tepeye doğru ve yürürken feryat etmek belki duyulur diye.

 

Gazel bu feryattır işte, şiir, resim, nağme. Düş namına, düşünce namına ne varsa bu feryattır. Gazele ahengini veren sevgilinin güzelliğidir. Renkler gözlerinin göreceği hayaliyle ayrılırlar siyahtan. Sevgilinin dilinde nağmeleşir ses.

 

Burada, bu Sisifos işkencesine devamım, bildiğim daha güzel bir yer olmadığından. Buralarda gördüğümden seni, “kuy-i yâr” bildiğimden buraları.

 

Nasrettin Hoca Hazretlerinin karanlıkta kaybettiğini, başka yerde, aydınlıkta ararken verdiği ders bu: Kaybettiğin yerde ara. Kaybettiğim yerde arıyorum, ararsan kaybolduğum yerdeyim. 

 

Bulunmak değil sanki muradın. Senin derdin bilinmek… aranmak…

 

Sözde dini olanın işi ne kolay… sırtlan kayayı, doğru zirveye… zirve baştan başa kaya dolu… kayayı neylersin…  senin derdin bilinmek… Bilinmek yani sevilmek. Sevmek zirvede kalanların becerebileceği iş değil. Bilmekse eğer sevmek, nasıl tek seferde bilebilirim seni. 

 

“Din”lenmişlerin işi ne kolay. Aynı ilahiyi hep bir ağızdan okuyup sana bol bol kaya getiriyorlar. Yükseldikleri yerde gördüklerini sen sanıyorlar.

 

Birazda sen değil misin zaten her şey?  Cennetini esirgeme onlardan.

 

Sözde dinleri her şeyi nasıl kolaylaştırıyor. Günah, sevap hepsi bu. Günah olan ne sevap olan ne, içini sen doldur. Ulema emrinde. Kardinaller emrinde, aklına yatmadıysa protestan ol. Oda yatmadı Kalvinist Müslüman. Bir “tanrısal marka”n olsun yeter.

 

Faiz haram mı? Tanımını değiştir, içini boşalt. Bir yılda yeryüzünde yaşayan her kesin dişiyle tırnağıyla ürettiğinin on misline yükselmiş, parayla para satışlarının hacmi, buradaki “kâr payın” ne? Hiç hissen yok mu ey bir milyar Müslüman bu muazzam hacimde. Varsa da, yoksa da hissen “va esefa”. Tırman zirvelere ve orada kal. 

 

Öldürmeyeceksin mi diyor “on emir”. Haçlı seferleriyle, sevap yap günahı. Dökülen kanlarda payın ne ey Hristiyan, Musevi, Müslüman, Budist.

 

“En büyük günah kul hakkı yemek (hırsızlık) ve Allah’a şirk koşmak, çok şükür ikisinden de uzağım. Bilmeden yaptıklarımdan Allah’a sığınıyorum” de, Büyük bir soygun kumpasının kendi çapında ortağı olarak, bankada sıra beklerken. Kural koy Allah’ın kurallarına karşı. Üstelik eğip bükerek emirlerini suç ortağı yap ve geç Allah’ın yerine  

 

Düşüyorum… Düşerken düşleyeceğim seni, çıkarken düşündüğüm gibi.

 

Bilemesem de kemaliyle, bilebildiğim kadar sevmeye… bulamasam da aramaya… bulanların ayak izlerine baka baka… gidebildiğim kadar… önümde Belh’ten yola çıkmış “güvercin topuklu sükut” ile yürüyen ayakların izlerini, izleyenlerin izleri… onun önünde bir Türkmen kocasının izleri, en önde başlara taç olası ayakların izleri. Hiçbiri rahat etmemiş, çileden çileye, yokluktan yoksunluğa geçmiş ömürleri. Ayakları altına serilen zenginliklere dönüp bakmamışlar bile. Bükük boyunlu, mahzun.

 

Unutma ki bu yol yine de yalnız katedilir. İlk dört safhasında bir “yol gösteren” vardır. Sonrası yalnız. Yol gösteren, yol götüren değildir. Yolun bir kısmında yürümeyi öğretirler sadece, düşünmeyi yani. “Ney”in feryadındaki sırrı fısıldarlar. Yanık yüreklerindeki hasretlerini. Sonra yapayalnız, sen ve o kalırsınız. İnleyeceğin kendi feryadındır, duyuracağın  kendi hasretin…

 

“Alâ-yi illiyyîn”den “Esfel-i sâfilîn”e. Bulabilmek niyetiyle… Tepelere doğru tek başına… sonra tekrar aşağılara kayanın ardından… sonra tepelere doğru tek başına…