“Kimi zaman iyi okurların, iyi yazarlardan bile ender bulunduğundan kuşkulanıyorum.” Diyordu Borges. Son zamanlarda çıkan kitaplara ve yankılarına bakınca, bu söz geldi hatırıma. 2018’in ilk iki ayında okuma imkânı bulduğum kitaplardan en güzeli, en anlamlısı, en dikkate değeri, yazarının Cemal Kafadar’a yaptığı atıftaki gibi söylersek; usta bir marangoz özeni ve mesaisiyle, en ince şekilde bir kuyumcu titizliğiyle çalışılmış Fırat Mollaer Hocamın “Türk Muhafazakârlığında bir Cevelan” isimli eseriydi. Eser adından da anlaşılacağı üzere, Mollaer Hocamızın yoğun çalışma alanı olan Türk Muhafazakârlığı üzerine. Kitap bundan sonra, alanla ilgili çalışmalarda mutlaka ve mutlaka müracaat edilecek, edilmediği takdirde konunun önemli yönleri eksik kalacak kıratta kaynak bir kitap. İçendekilerin ana başlıkları bile ne demek istediğimi anlatacaktır: Girizgâh, Literatür, Temalar, İmgeler, Eleştiri, Metodoloji.
Hoca önsözde: “Klasik muhafazakârlık da, çağdaş Türk muhafazakârlığının egemen formu haline gelen tekno-muhafazakârlık aşamasında –mukayeseli bir biçimde- kavranabilir. Günümüzde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şehir tasavvuru, Yahya Kemal ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın İstanbul telakkisi, Turgut Cansever’in yatay mimarisine nostaljik bir ilgi varsa, bu onların tekno-muhafazakarlık gerçekliğinde Benjamin’in koleksiyoncusuna benzemeye başlamasındandır. Başka bir deyişle, gittikçe daha fazla duymaya başladığımız, fiilen var olan muhafazakârlığa, klasik muhafazakârlık içinden geliştirilen, ‘ah, o eski muhafazakârlıklar’ çıkışı, klasik ve tekno-muhafazakârlık arasında gün yüzüne çıkan farklılaşmanın ideolojik tezahürlerinden biridir. O halde muhafazakârlığın dönüşümü bir yanda muhafazakârlık içinde bir bölünmeye yol açmış, diğer yandan klasik muhafazakârlık (tarihte) farklı bir üslup olarak iyiden iyiye belirginleşmiştir.” Tespitini ortaya koyduktan sonra, “Temalar” başlıklı ikinci bölümde; “Daha açık bir anlatımla, örneğin Türk muhafazakârlığının –‘huzur üslubu’ olarak tanımlanan Yahya Kemal’le Tanpınar’ın düşüncelerini temel alan- ‘klasik muhafazakârlık’ evresiyle Türkiye’de merkez sağın karakteristikleri arasında yer alan aktüel siyasetteki pragmatizm veya ilkesizlik birbiriyle özdeşleştirilemez.” Diyerek tespitini somutlaştırıp altını çizer.
Mollaer Hoca ilerleyen bölümlerde, 20016’da yayınlanan Tekno Muhafazakârlığın Eleştirisi isimli eserine atıfla; “ ‘hız’ ve ‘itidal’ bağlamında klasik muhafazakârlığın çağdaş durumda aşındırıldığını iddia etmiştim. Klasik muhafazakârlar (sosyoekonomik değişmenin) hız(ın) tadil edilmesini ve itidalin elden bırakılmaması gerektiğini düşünürken zamâne muhafazakârları araçsal rasyonalite ve kapitalizmin ileri bir aşamasında hızın yükselişiyle itidalin yerini fütursuzluğa bırakmasını temsil ederler.” Diyerek sorunu ortaya koyar.
Eserin son bölümü “Metodoloji”de, hem bölümün hem kitabın son paragraflarında, “ahlakçılık” konusunda, ilahiyatçılar dâhil, sosyal bilimler ve sosyal hayatın bütün aşamalarında kafa yoranların, üzerinde uzun uzun düşünmesi gereken, hatta üzerine belki kitaplar yazılacak ihtişamda bir tespit yer alır: “Ahlakçılıkla hakiki eleştiri arasındaki fark, bu bağlamda, Ortodoks dini yorum ve sufi yorum veya İbn Teymiye ve İbn Arabi arasındaki fark gibidir. Ahlakçı nesnesinin Tanrısı rolüne soyunduğundan onu anlayamaz.” Diyerek değerli Hocamız harikulade bir ince görüşe imza atar.
Eser ele aldığı konuyu enine boyuna ve çok ciddi bir literatür taramasıyla sağlam bir analize tabi tutan, bol atıflar ve dipnotlara rağmen, yetkin bir dil kullanarak rahat okunup anlaşılabilir bir vasıf taşıması hasebiyle “şiir gibi” bir metin olarak belirir. Kitap tavsiye değil eskilerin tabiriyle “hararetle” tavsiye edilecek, okunması elzem bir çalışma. Alıntıladığım birkaç satır veya anlatmaya çalışmam eserin bütününe nispetle, ifadeyi etkili kılmak maksadıyla söylemiyorum, hakikaten denizde damla mesabesinde. Okuduğunuzda ufkunuz açılacak.
Aralık 2017 baskı tarihini taşıyan kitap Dergâh Yayınlarından çıkmış. Köşe taşı bir eser olmasına rağmen hak ettiği yankıyı, geçen üç ayda bulamadığını düşünüyorum. Aynı dönemde çıkmış ve pek bir anlam ifade etmeyen kitaplar hakkında, yermek maksadıyla bile olsa, kaleme alınan yazıların çokluğunu ve bu yazıları kaleme alanların şöhretini görünce içim ezildi. Umarım bir “sükût suikasti” daha değildir yaşanan...