Belki uzun zamandır özlenen, hatta bir vakitler ve belki hala imkansız gibi görünen bir diyalog ortamı oluşmuştu. 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu’nun hayatını kaybettiği suikast, Kayseri’de bu tür bir ortamın oluştuğu günlere denk geldi. Bir gün öncesinde aynı masada oturup, birlikte çay içtiğimiz arkadaşlarımızın nazarında birer kalite dönüştük. Aynı arkadaşlarımız sokaklara döküldüler. Mollalar İran’a sloganları attılar. Ne katilliğimiz, ne mollalığımız, ne faşistliğimiz kaldı.
Yapmayın, etmeyin, bakın bu bir tuzak. Bizi laik dinci diye birbirimize düşürmeye çalışıyorlar dedik. Ne laf anlatabildik. Ne söz dinletebildik. Bu tezgahı düzenleyenlerin istedikleri oldu sonuçta. Bahriye Üçok suikastinde, Madımak Otel’inde hep aynı şeyleri yaşadık. Her defasında suçlandık. Aramıza kanlı bir duvar örmeye çalışanların ekmeğine yağ sürüldü. Manipüle edildik. Taraflara bölündük. Karanlık ellerin piyonlarına dönüştük.
Sağduyu tüm bunları görüp farketmeyi gerektiriyordu. Fakat solduyu peşin hükümlerinden bir türlü vazgeçmek istemiyordu.Hiç unutmuyorum, Susurluk’ta Mercedes kamyona çarptıktan sonra birileri sokağa döküldü. Aydınlık için bir dakika karanlık eylemleri yapıldı. Uzun süre devam etti bu eylemler. Derin devlet ve ülkücülerin arasındaki derin ilişkilerin çözüldüğünü söylediler. Abdullah Çatlı üzerinden demediklerini bırakmadılar.
İşin garip şu; solduyu dediğim o mantık tutulması aynı kirli ilişkilerin ortaya döküldüğü Ergenekon davasında soluğu Silivri’de aldı. Hem de karanlık işleri ve ilişkileri yüzünden tutuklanan ‘dava arkadaşları’na destek oldular. Bu tutuklularla ilgili iddiaların (halen henüz iddia olması ayrı konu) Abdullah Çatlı ve onun üzerinden Ülkücülere yüklenen suçlamalardan, onlara yönelen iddialardan farkı nedir. Halen anlayabilmiş değilim.
Bakın olayın yaşandığı günlerde kolayca suçladığınız kesimlerin işi değilmiş Uğur Mumcu suikasti. Demek ki Uğur Mumcu’yu şeriatçılar öldürmemiş. Demek ki, işin içinde farklı işler varmış.
Son günlerde çeşitli köşe yazılarında Güldal Mumcu’nun son yazdığı kitaptan hareketle Mumcu cinayeti üzerine farklı yorumlar yer aldı. İlhan Selçuk’un bazı kişiler üzerine takındığı tutumdan başlayarak, birilerinin yine tanıdık iyi çocuklardan bahsine kadar çeşitli olayların üzeri açılıyor.
24 Ocak 1993 tarihinden bu güne kadar; 12 hükümet, 8 başbakan, 16 içişleri, 15 adalet, 9 milli savunma bakanı, 10 emniyet genel müdürü, 10 İstanbul emniyet müdürü değişmiş. Başta Cumhuriyet Gazetesi olayın üzerine gidememiş. İşin ucu en baştan hiç beklenmedik yerlere uzanmış, o umulmadık yerlerin üzerine gidilmediği gibi, üzeri örtülmeye çalışılmış. Adeta kol kırılır yen içinde kalır düşüncesiyle, abalıya vurulmuş. Suç memleketin dindarlarının yakasına topyekün bir yafta olarak takılmış. “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganlarına zemin bulunmuş, mal bulmuş mağribi gibi iftiraya maruz kalan kesimlere saldırılmıştı. Kolaya kaçıldığı yetmezmiş gibi, ortaya çıkan durumdan sonuna kadar istifade edilmişti. Tıpkı benzer tüm siyasi cinayetlerde olduğu gibi.
Birbirine yakın bir zaman diliminde, Muammer Aksoy: 31 Ocak 1990... Çetin Emeç: 7 Mart 1990...Bahriye Üçok: 6 Ekim 1990... Uğur Mumcu: 24 Ocak 1993... tarihinde düzenlenen faili meçhul suikastlerde hayatlarını kaybettiler. Hiçbirinin de katili veya katilleri yakalanmadı. Olaylar gerçekleştiği dönemde hep benzer toplumsal tepkiler doğdu. Kalabalıklar sokağa döküldü. Aynı sloganlar atıldı.
Aradan yıllar geçtikten sonra Cumhuriyet gazetesinin bahçesine yine el bombaları atıldı. Bu bombaları atan eller, daha önceki cinayetleri işleyenler miydi? Kan dökülmedi ama soruların cevabı belki aynıydı.Gazetelerdeki köşe yazılarını takip ettikten sonra, Güldal Mumcu’nun “İçimden Geçen Zaman” adlı kitabını okuma isteği duydum. Belki katilin kim olduğunu öğrenemeyceğim ama, Güldal Mumcu’nun zaman içerisinde olaya bakışının geldiği noktayı çok merak ettim.