Geçen Cumartesi günü birtakım incelemeler ve görüşmeler yapmak üzere Konya’ya bir eğitim gezisi düzenledik. Gezide Mevlâna Üniversitesini ve geçen sene Türkiye birincisi çıkaran Merve Eğitim Kurumlarını tanıma imkânı elde ettik. Buralarda yapılan eğitim öğretime dair özgün uygulamaları yerinde gördük. Bu anlamda gezimiz çok verimli geçti. Ama benim anlatmak istediğim, yazımızın asıl konusu bunlar değil.

Değil Konya, Türkiye denilince bütün dünyada akla ilk gelen Mevlâna’dır. Kısaca, “Mevlâna” olarak ismini andığımız bu büyük zâtı Batılılar, “Rumî” olarak vasıflandırırlar ki Mevlâna’nın asıl adı Muhammed Celaleddin-i Rumî’dir. “Rumî” denmesi, onun Anadolu topraklarında yaşamış olmasındandır; “Anadolulu” anlamına gelmektedir. “Mevlâna” da “efendimiz” anlamına gelmektedir. 

Konya’ya gidilir de Mevlâna’nın “huzur”una varmadan olmaz dedik. Türbesini, müzesini ziyaret ettik. Ziyaretimizi sadece Mevlâna ile sınırlı tutmadık. Mevlâna gibi bir deryayı yetişmesine vesile olan Sadreddin-i Konevi ve Şems-i Tebrizî gibi büyük kametleri ziyaret ettik. Bu büyük zatların da huzuruna çıktık, “Fatiha”larımızı ruh-u mübarekelerine bağışladık. Bilindiği gibi, Mevlâna’ya Hocalık etmiş olan isimler arasında Seyyid Burhaneddin Muhakkikin-i Tirmizi, Sadreddin Konevî ve Şems-i Tebrizî de vardır. 

Mevlâna’nın maddi anlamda huzurunda bulunduktan sonra asıl onun huzurunda bulunmak eserlerini okumakla olacaktır. Bilhassa Mesnevî’sine dalmak, ondan istifade etmek gerekir. Suyun kaynağına ulaşanlar, kapları nispetinde ondan istifade eder. Kapları büyük olan, daha çok bilgi alabilirken, kapları küçük olan da o nispette az alarak bundan istifadesi de az olur.

Mevlâna ismi anılınca akla ilk gelenler Mesnevî, Ney, sema ve ona atfedilen “Gel, gel ne olursan ol, yine gel. İster kâfir, ister Mecusî, ister puta tapan ol, yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir.” çağrısıdır. Birçok kimse bu sözün Mevlâna’ya ait olduğu bilinir. Oysa Mevlâna konusunda yetkin isimler de bu sözün Mevlâna’nın sözü olmadığını ancak, sözün içeriğinin Mevlâna’nın anlayışına ve görüşlerine de ters olmadığını ifade ederler.(1) Gerçekten de sözün içeriğine baktığımızda evrensel bir davetin olduğu apaçıktır. 

Bir mümin ve Müslüman olarak biliriz ki sekerat veya kıyamet kopma anı gelinceye kadar tövbe kapısı daima açıktır. Günahlarından tövbe edenin tövbesini, küfürden imana gelenin imanını Hak Teâlâ kabul edecektir. Bu sözdeki çağrıda da esasen bu vardır. “Gel, gel ne olursan ol, yine gel.” Gel, de İslam’a gir. 

İslâm’a girmek isteyenler için kapı her daim açık, yeter ki iman etmede insan, ciddi bir irade gösterebilsin. Mevlâna diyor ki Gel, bu kapıdan içeri gir ama “getirdiklerini” kapının dışarısında bırak. Gel bu deryaya karış. Bu su ile yıkan ve tertemiz olarak dön. Sen de evrensel mesajı al, sen de bu mesajı alarak evrenselliğe ulaş. Yoksa bir küçük nokta olarak kalma!”

Mevlâna; ”Men bende-i Kur’ânem eger cândârem / Men hâk-i rehi Muhammed Muhtârem’ buyuruyor Mesnevî’sinde. ‘Yaşadığım sürece Kur’an’ın kölesi, Hazret-i Muhammed’in ayağının tozuyum…” diyerek kendisinin yolunu, yolunun ne olduğunu ve rotasının ne yönde olduğunu ortaya koymuş oluyor. Bilhassa, gerek 20. yy’da gerekse içinde bulunduğumuz 21.yy’da bazı mülahazalarla İslam mütefekkirlerinin ve önderlerinin –Hz. Ali, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlâna gibi- İslâm’dan gayrı olduklarını sunma çabası gözden kaçmamaktadır. Bu ulu kametleri İslâmiyetsiz düşünmek kişiyi Hak’tan uzaklaştırdığı gibi gerçekte onları hiç ama hiç anlamamak demektir. Çünkü, asırlardan beri insanlığa rehber olmuş bu münevverler, nurlarını Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle bizatihi İslâm’dan almışlardır. 

Dünden beri, insanlığa barış davetini sunan gönül zirveleri olduğu gibi günümüzde de İslâm’ın apaydınlık çehresini bütün dünyaya sunan asrımızın Mevlânaları vardır. Ta Oğuz Kağan’dan bu yana Türk’ün anlayışı, kavrayışı, değerlendirişini ve hepsinden önemlisi İslâm’ın bu kıymetli değerlerini hâl diliyle temsil ederek anlatan “yeryüzü mirasçıları” vardır. 

Hüseyin SAY