Pazar sabahı Türkiye, Süleyman Şah Türbesi’nin ve kutsal emanetlerin Türkiye’ye getirildiği “Şah Fırat Operasyonu” haberiyle uyandı. İlk etapta herkeste olduğu gibi bende de bir şaşkınlık söz konusu idi. Bir türbe, yani bir “taşınmaz” nasıl taşınabilirdi ki? Evet, önce Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun konuya ilişkin mesajları twitterdan paylaşıldı. İlerleyen saatlerde operasyonun görüntüleri yayımlandı, Başbakan Ahmet Davutoğlu, Millî Savunma Bakanı İsmet Yılmaz ve Genel Kurmay Başkanı Org. Necdet Özel bir basın toplantısı düzenleyerek operasyonla ilgili ayrıntılı bilgiler verdi.

 

Başbakan Ahmet Davutoğlu, konuşmasında, Türkiye’nin toprak kaybının olmadığını dolayısıyla bu bilginin yanlış olduğunu, Süleyman Şah Türbesi’ndeki sandukaların, naaşların ve kutsal emanetlerin geçici olarak Türkiye’ye getirildiğini, Türbe’nin ise Türkiye topraklarına yakın bir yerde yine Suriye toprağı olan Eşme bölgesine nakledildiğini, dolayısıyla bayrağımızın da oraya dikildiğini duyurdu. Şah Fırat Operasyonu’nun kimseye haber vermeden gerçekleştirildiğini söyledi. Türbe’nin daha önce de iki kez taşınmış olduğu bilgisini de kamuoyuyla paylaştı. Tabii önceki taşınmaların durumu ile bugünkü taşınma arasında birtakım farkların olduğunu da hatırlatalım.

 

Bazen iki zıt düşünce birbirinin tamamlayıcısıdır ve her ikisi de doğrudur. Şah Fırat Operasyonu’nda iktidar, sıkıntılardan en az zararla nasıl çıkarım, bunun derdinde, muhalefet ise hem iktidarın yanlışlarını hem de asıl gerecekleri ortaya koymanın peşinde. Kimin gerçeği tam anlamıyla söylediği belli değil. Ama hiç kimsenin inkâr edemediği bir gerçek var ki “dost ve kardeş” bir devleti “düşman bir komşu”ya dönüştürdükten sonra bir yıl öncesinde “terör örgütü” bile diyemediğiniz bir vahşi yapılanmaya karşı elinizi kolunuzu kaptırdığınız ve terör örgütleriyle iş tutma yoluna gidilir hâle gelinmiştir. Bu inkâr edilse de aksini söyleyenlerin söyledikleri daha güçlü gerçeklere dayanıyor.

 

Bir bölge kimin kontrolünde olursa olsun, bir başka ülke 39 tank, 57 zırhlı araç olmak üzere 100 araç ve 572 personelle içeriye girecek ve hiçbir çatışma olmaksızın beş altı saat süren bir operasyonu gerçekleştireceksiniz, bunun böyle olduğunu da bütün dünyaya ilan edeceksiniz. Eğer yüzde yüz böyle ise problem yok, tebrik edilecek, gerçekten kahramanlık sayılabilecek bir durum ve bundan dolayı görev alan herkesi tebrik etmek gerekiyor. Ama, hiç kimseye haber vermeden bu kadar rahat bir şekilde operasyon yapabiliyoruz da o zaman Süleyman Şah türbesini neden taşıma gereği duyuyoruz ki?

 

Önce Ankara Anlaşması ve ardından Lozan Anlaşması’yla Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışındaki tek Türk toprağı sayılan Süleyman Şah Türbesi ve müştemilatını bugün kendi ellerimizle harabeye çevirişimiz ileride hukuki sorun oluşturmaz mı? 

 

Bugün IŞİD tehlikesi sebebiyle “koruyamadığımız” bu toprağımızı kendi kafamıza göre orayı değil de şurayı istiyorum diye bir oldubittiye getirmiş olmamız ne derece hukukidir? Yarın sular durulduğunda Türbey’i eski yerine inşa edebilecek miyiz? Demezler mi sen gelecektin madem, niçin yıkıp harap eyledin de gittin? Madem yıkıp viraneye çevirdin, o halde bugün benden toprak istemeye de hakkın kalmamıştır diye karşı koyduklarında nasıl karşılık verilecek?

 

Türkiye’nin dış politikası gün geçtikçe kötüye gidiyor, bu bir gerçek. Başbakan Davutoğlu Dışişleri Bakanlığına getirildiğinde “stratejik derinlik”le “komşularla sıfır sorun” gibi cafcaflı sözleriyle epey ilgi odağı olmuştu. Ama bugün onların o cafcaflı hallerinin yerinde yeller esiyor ne yazık ki! IŞİD tehlikesi baş gösterdiğinde, Musul Başkonsolosluğumuzu işgal ettiklerinde IŞİD’i terör örgütü demekten imtina etmişlerdi, bugün diyorlar ama iş işten geçtikten sonra.

 

Vatan toprağı, atalarımızın canlarını feda ederek bizlere emanet ettikleri mukaddes bir varlıktır. Peygamber Efendimiz, “Vatan sevgisi imandandır.” buyurmuştur. İnsanın vatanını, doğup büyüdüğü memleketini sevmesi kişinin fıtratının bir gereğidir. “Vatan sana, canım feda!” sözünü askerde yürüyüş kararı alarak gür bir sesle söylemez miyiz? O zaman söylemlerimizin eylemlere dönüşmesi gerekir. Vatanın savunulmasında bazen şehitlik mertebesine ulaşanlarımız olacaktır; onlar en büyük hediyeyi Cenab-ı Mevlâ’dan alacaklardır. Lakin, geri çekilmek bu asla ve kat’a savunulabilecek bir eylem değildir. Bundan yüz elli yıl kadar önce Ziya Paşa, Zafername adıyla bir eser kaleme alır. Eserde Ali Paşa’nın, Girit’teki Rum isyanını askeri tedbirlerle değil de siyaseten çözmek istemesi üzerine orayı özerkleştirerek isyanın geçici bir süre bu şekilde bastırılmasını zafer kazanmış bir komutan havasında anlatması sebebiyle Ziya Paşa tarafından hicvedilir.

Vatan, ölüm/leri/ göze alınarak savunulması gereken mukaddes değerlerimizdendir. Değerlerimiz yok olursa bizim de yok olacağımız unutulmamalıdır. Hem bu operasyonda şehit olan askerimize hem de Malatya’daki uçak kazasında şehit düşen askerlerimize Allah’tan rahmet, kederli ailesine güzel sabırlar diliyorum.