Hatta bizim için bu tür tanımlamaları kabul etmek çeşitli sorunlara yol açtığından reddetmek daha doğru bir tavırdır. Ama ne yazık ki batı zihniyetinin ürettiği bu tanımlar, kısmen veya tamamen bize de sirayet etmiş durumdadır. Bu ayrı bir mesele. Vurgulamak istediğimiz, üzerinde durmak istediğimiz şey, yani asıl konumuz, günümüzün bilgi çağı olarak adlandırılıyor olmasıdır. Günümüzü belirleyen son bir iki yüz yıl, batı medeniyeti(!)nin bilginin bir güç olduğunu farketmesi, bilgiyi güç olarak kullanmaya başlamasıyla ne kadar da ilgili.
Batı kafasının, ilişki kurduğu her nesneye ondan bir fayda istihsal etmek üzerine kurulu mantığı bizi bu güne getirdi. Bilgi günümüz dünyasında iktidarları muhafaza eden, sürekliliğini sağlayan bir güç olarak kullanılıyor. Bilgi bir güç kaynağı olması nedeniyle kutsallaştırılıyor, pozitivizm denen illetin uzantısı olarak diğer kutsalları gölgede bırakıyor ve onların yerini alıyor. Tıpkı bir meyve ağacına sarılıp onun hayatını çalan sarmaşık gibi, zihinlerimize sirayet ediyor, bizim de mantığımızı zedeliyor.
Bilgi kavram olarak tanımlanırken ne kastedilmektedir? İçi neyle doldurulmaktadır? Bu soruların karşılığını doğru verebilmek için bilginin kendisi yetersiz kalır. Özellikle, batılı düşünce referanslarıyla tanımlanan bilgi, hayatın hedefi haline geldiğinde, insanın kendini ilahlaştırmasından söz edebiliriz. Çünkü bu bakış açısı pozitivizmden başka bir şey değildir. Tabiata ve insana tahakkümün aracına dönüştürülen bir bilgi, sahibini rububiyet veya uluhiyet iddiasına taşırken, ortaya çıkan eylem de zulümden başka bir şey olamaz. Dolayısıyla, bilgi kelimesini ilim yerine kullanırken bazı şeyleri gözden kaçırmamaya özellikle dikkat edip hassasiyet gösterilmeliyiz. Nihayetinde ilim ve amel ile, bilgi ve eylem aynı şey midir? Sözü söyleyenin kastını kendi algımızla sınırlandırdığımızda sözü meşrulaştırmış olacağımızı da gözden kaçırmamalıyız. Bilgi deyince atom bombasını, eylem deyince molotof kokteylini anlamak da mümkündür sonuçta...
Oysa ilim, bizim imanımızı ve hayatımızı belirleyen en önemli kavramlardan biridir. Üzerine söylenebilecek bütün sözlerden evvel, “İlim” bizim inandığımız yüce Allah (c.c.)’ın subuti sıfatlarındandır. Bizler dünyanın bu zamanında yaşayan Müslümanlar olarak ilim üzerine düşünürken iki konuda hassas olmazsak büyük bir yanılgıya düşeriz. Bu konulardan öncelikli olanı batı zihniyetinin tarif ettiği bilim ve bilgi tanımından zihnimizi ve gönlümüzü arındırmaktır. İkincisi de, Allah (c.c.)’ın İlim sıfatını kesinlikle göz ardı etmeden, Kur’an ve sünnetin çerçevesini çizdiği bir ilim anlayışına yeniden kavuşmaktır. Şimdi yukarıda zikredilen hadis’e başka bir kudsi hadis’e gönderme yaparak bakarsak neyle karşılaşacağız? Kudsi hadis şöyle ““Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” (Acluni, II, 132) Sevgili dostlar, şimdi birlikte düşünelim. İlim Allah (cc.)’ın bir sıfatı ve asıl hazine de O’dur. Peki hazinenin anahtarı soru ise, biz Allah’ın zatına sorularımızla ulaşabilir miyiz? Burada hassas bir yere gelmiş oluyoruz. Allah’ın zatı hakkında sorulardan menedilmiş durumdayız. Çünkü bunu Efendimiz (sav) yasaklamıştır.
O halde yapmamız gereken nedir? Sevgili dostlar gördüğünüz gibi, bir hadis üzerine düşünürken, anlamaya, idrak etmeye çalışırken mecburen soru üretiyoruz. İşte asıl olan budur. Sorularımız bizi yalnızca cevaplara yönlendirmez, sakınmamız gerekenleri de sorularımız vasıtasıyla öğreniyoruz. Bu noktada bir başka hadisi daha hatırlamakta fayda var. Efendimiz (sav.) buyuruyor ki, “kendini bilen rabbini bilir” Demek ki, ilim hazinesinin anahtarı olan soruları en başta kendimize yöneltmeliyiz. Kendimize yönelttiğimiz sorularla ulaşacağımız ilmi ayrıca açıklamaya gerek duymuyoruz. Yunus Emre’mizin dizeleriyle bu haftaki sohbetimizi tamamlayalım. İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin Ya nice okumaktır. * Ebu Nuaym, Hılye, III, 192 (Kenzul İrfan, 1001 Hadis, M. Esad Erbili, sf. 59)