Ne cümlelerin dizilişi ne de bu yazının konusu hakkında hiçbir fikrim yok açıkçası. Sadece yepyeni bir senenin ilk ayını nasıl bu kadar hızlıca geçtiğimizi düşünüp duruyorum.
“Keşke dalgın olabilsem,
O zaman düşüncelerim kederlerimden kopardı.”
Geride bıraktığımız 2017, ’’ Hayatımın en isim veremediğim yıl’’ı oldu. En telaşlı, en yorucu, en kırgın, en yalnız, en belirsiz, en heyecanlı, en beklentisiz, bazen en mucizeli…
Hepsinden biraz vardı. Hepsinin de çok farkındaydım. Ve sanırım, bu büyümekti. Yani büyümek aslında; acıya, mutluluğa, heyecana,hiç bir şeyin yaşanmadığı günlere ve mucizelere karşı farkındalığınızın artması… Bu çoğu kez güzel çoğu kez de çok can yakan bir şey oluyormuş. Hayat ve büyümek organize çalışıyor sanırım. İlki karşınıza sürekli yaşamınızı sabote edip sizi yaralayacak bir takım şeyler çıkarıyor. Diğeri de bu yaraları onarabilmeniz için size annelik edip, ”Devam et” diyerek yaşama yeniden adapte olmanız için öne doğru itiyor. Hayatın mizah anlayışı çok farklı gerçekten. Üstelik sorgulanamıyor da. Belki de sorgulanmamalı hiç. Çünkü, belki de Mustafa Kutlu’nun dediği gibidir, yani; ”Bu, böyledir.”
Durmadan birilerinin ilan vermek, haber yazdırmak,yardım toplamak, şikayetini anlatmak, isimlerini duyurmak vb. şeyler için uğradığı ve uğradıkları esnada mutlaka hayatlarından kesitler paylaştığı yerel bir gazetede çalışmaya başladım. Tabi sadece tam zamanlı bir çalışan değil, aynı zamanda tamamlamam gereken tezimden dolayı yarı zamanlı bir öğrenciydim de. Hala da öyleyim.
İstediğin Yegane Şeylerin Alzehimer’ı Olmak
Ve bazı zamanlar, bu iki çok ayrı pozisyon o kadar yordu ki beni. Çünkü, bir yandan, haftanın altı günü sabahtan akşama kadar kafamın içi bir sürü haber ve geçerken uğrayanların hikayesiyle doluyordu, bir yandan da arta kalan vakitlerde kitap okuyup tezime başlamam gerekiyordu. Gazeteden davul gibi bir kafayla çıkıp eve geçtikten sonra sadece yemek yemeğe, dinlenmeye vakit kaldığı için tezimi durmadan erteliyordum haliyle. Biri çok yorduğu ve her günümü asgari bir tekrara bağladığı için mutlu değildim, diğerine de çok vakit ayıramadığım için giderek yabancılaşıyordum. Ve bu yabancılaşmadan korkuyordum, çünkü hayatta istediğin yegane şeyin, alzehimerı olmak kadar acı bir şey yok bence. Bu karmaşık ve ne olduğu belli olmayan dönem, hem ruhumu yaralıyor hem de hayatımdaki ilişkiler başta olmak üzere bir çok şeyi de olumsuz anlamda etkiliyordu. İşe gitmek, tezi düşünmek, ödenmesi gereken faturalar vs. yani tüm bunlar istemediğim bir derse giriyormuşum gibi hissettiriyordu.
“Ama sonra bir gün bir şey oldu”
Öyle birşey olmadı, üzgünüm. ( Bir masalın içinde değilim ve beni üzen şeylerin sihirli bir sopayla düzelmeyeceğinin farkına varacak kadar büyüdüm. ) Sadece o gündelik telaşın, yaşam arası sabote edilişlerimin hayat tarafından onarıldığı zamanlarla bugüne kadar gelebildim. Dedim ya, yaraladığı kadar onarıp ayağa kaldırdığı zamanları da görmek biraz daha iyi hissettirdi. Hepsi bu.
Şimdi daha sakin günler geçirmek, gazete sayfalarında ya da sokaklarda güzel şeyler de görebilmek, daha çok kitap okumak, “ama”larla, “eğer”lerle detaylarda boğulmak yerine çocuklar gibi basit düşünmek ve sadece kendim için değil başkaları için de olsa gülümseyerek yürümek, gereksiz insan ve duyguların izdihamından uzak kalmak için çabalıyorum.
Belki biraz şiirli bir bitiş olacak ama şöyle söyleyeyim özetle:
Kuruyacağımdan adım gibi eminken, iki pencere arasındaki makaraya sarılı o ipte; şakır şakır bir yaz yağmuruna yakalandım. Dedim ki halime gülen sokağa tıpkı Didem gibi, ” Duyuyor musun, hayatı seviyorum yine de! ”
Huzurlu bi ömür dileğiyle...