Sekiz aydır meydanlarda yalan söylediler, kitleleri masum insanlar aleyhine kışkırttılar, yuhalattılar; topluma, düşmanlık tohumları ekildi gazete gazete, televizyon televizyon, daha bilmem ne kanalları vasıtasıyla… Sosyal medyada yayımlanan iftira ve tezvirat dolu paylaşımlar ise işin cabası… Maddî menfaat, siyasî tarafgirlik ve daha başka bir sürü heva ve hevesin emri uğruna insanlar “ahiretlerine” zarar verdiler ve “ahiretinize zarar veriyorsunuz, ne olur bu söyledikleriniz doğru değil, vazgeçin bu davranışlarınızdan” diye uyaranlara da tavır alıp onları da yalancılıkla itham ettiler. Bütün bunları yapanların “yüzleri kızarmayacak” mı acaba?

Bu süreçte, meydanlarda bas bas bağıranlar, milletine karşı aslan kesilip bugün başka devletlerin dinledikleri ortaya çıkınca bunu “normal” karşılayanlar, kimi aldatıyorlar acaba? Bugüne kadar yine “montaj” denilen ses kayıtlarının TİB’in yayımladığı “tape”lere göre hiç de montaj olmadığı anlaşılıyor. O zaman aldatanlar ve aldatılanlar kimler? Halkı bu konuda birbirine düşürenler kimler?

Genelkurmay Başkanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı, Yargıtay Başkanı neler söylüyorlar bir bakınız… Hepsinin söyledikleri biz “masallarla” iş yapmayız, “belgelerle” iş yaparız diyorlar. Bu belge bugüne kadar ortaya konulamadı. İstedikleri belgeleri ortaya koyamadıkları için zulüm üstüne zulüm yapıyorlar. Makam sahipleri istedikleri imzaları atmadıkları, istedikleri doğrultuda rapor yazmadıkları için makamlarından ediliyorlar. İşte her gün gazetelerde okuyoruz, internetten takip ediyoruz; oluyor bunlar.

Mahkemeler kapatıldı, özel mahkemeler kuruldu, hâkimler ve savcılar görevlerinden edildi, binlerce sayfalık dosyalara bir hamlede “hızlı okuma ve hızlı anlama” yeteneğine sahip savcı ve hâkimler görevlendirilerek bir çırpıda alınan kararlara imza atıldı… ve bugün yolsuzluk dosyalar kapanmıştır, kapatılmıştır. Dosyaların kapatılmasıyla öğrendik ki Türkiye’de her şeyin bir yolu varmış, “yolsuzluk” söz konusu değilmiş!..

Bir varmış, bir yokmuş; bütün bunlar bir “masal”mış. Uçak dolusu altınlar Kaf Dağına aşırılmış, yedi yüz milyar değerinde saat yokmuş kollarında zâtıâlilerinin. Hele birilerinin “kakara kikiri” güldükleri, ayetlerle dalga geçilmemiş, ayetler “makaraya” sarılmamış… Kutularda paralar değil ayakkabılar saklanmış, ayakkabı kutuları “projeye uygun imalatlarda” kullanılmış. Yokmuş aslında ne ses ne de seda. Göçmen kuşlar bile göç etmekten vazgeçmiş artık.

Nurullah Genç “Yağmur” diye bir şiiri yazmamış aslında ve o şiirinde “Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü.” diye haykırmamış. Ve yine adalet iktidardayken adaletsizlik söz konusu değilmiş ve şu haykırış aslında hiç olmamış “Haritanın en beyaz noktasına kan düştü/Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü/Mahkûmlar yargılıyor; hâkimler mahkûm şimdi/Hakların temeline sanki bir volkan düştü.” Yokmuş böyle hicranlar, yokmuş böyle inlemeler; böyle bir zulüm dünyada hiç mi hiç olmamış, şair sadece hayalini canlandırmış aslında… Öyle diyorlar bu dosyaları kapatarak, bu gerçekleri yok sayarak. İmza altına alanlar, hakikatleri yok saymamış sadece ve sadece kendilerini mahkûm etmişlerdir, o Büyük Mahkeme’ye borçlu olarak gideceklerdir. Buna karar vermişlerdir, verdirenler de kararı böyle aldırmışlardır. Ha, onların bu işin böyle olmasına pek aldırdıkları da yok aslında.

Şairler, bir anın değil, anların yani birçok zamanların sesi soluğu olur. “Zaman değişse, asır başkalaşsa da..” bu böyledir!.. İşte bir hakikatli söz daha, o da Yağmur’dan “Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü.”

Mazlumlar, zulmedenlerin zalimane aldıkları karar neticesinde evinden, yurdundan, mesleklerinden sürülüyorlar; her biri bir sürgünün ve iftiranın ağlarıyla çepeçevre sarılmış durumda.

Zâlim ne kadar zulmederse etsin, nihayetinde kaybedecektir. Mazlum ne kadar zulme maruz kalırsa kalsın hep kazanacaktır; yeter ki başına gelenlere karşı sabretsin, dayansın. Bu dünya fanidir, burada her şeyi elde edenlerin belki orada hiçbir şeyi olmayacak. Burada zulümle elde ettikleri orada yakalarını bırakmayacak zalimlerin. Ne güzel söyler atalarımız: “Zulmile âbad olanın ahiri berbâd olur.”

O sözü söylemesine fırsat verseydiniz ne olurdu sanki! “Sultan Süleyman’a kalmayan” dünya size mi kalacak sanki? “Alp Er Tunga öldi mu, Ödlek öçin aldı mu?” Yürekler ne zaman yırtılır? Hakikati haykıranların sözleri boğazlarına tıkıldığında. “Emdi yürek yırtılur.”

Evet, bir söz ki söyletmediniz onu. Söyleyebilseydi, sizler de dinleyebilseydiniz hakikate uyanacaktınız. Bu söz uyaracaktı belki birazcık uyanmaya yüz tutan aklı, kalbi ve sineleri... Ama söyletmediniz, siz de o sözün muhatapları gibi suçlusunuz, gaflettesiniz. O söz mü neydi? Sağır sultanın duyduğunu bir de ben buradan söyleyip “israfı kelam” etmeyeyim. Siz anladınız onu!