Bitireli epey oldu fakat, kitabın avucuma bıraktığı hüzün, içimin en ücra yerlerinde yaktığı o ölgün ışıklar, daha iyi bir insan olabilirim dedirten o inanç, hala o kadar diri ki.

Toptaş’ı ilk defa okumuş olmanın mahcubiyetini nasıl anlatırım, bilemiyorum. Türkçe’nin en duru en temiz halini, romanına o kadar güzel işlemiş ki, kitabı hiç yüksünmeden bir çırpıda bitirdim. Ama kendimde miyim, emin değilim…

Kitabın konusu, Ankara-Denizli arasında salınıp giden bir baba-oğul öyküsü aslında ( bilirsiniz baba-oğul ilişkisi edebiyat dünyasının vazgeçilmezlerinden olmuştur daima).

Öyküde ilk kahramanımız (oğul), Denizli’de doğup büyümüş ve Ankara’da karısı Seher ve Ayperi isminde küçük kızıyla yaşamakta olan bir yazardır.

Diğer kahramanımız Aziz ise (baba) gençliğinde dur durak bilmeyen daima çalışan ve minibüslere düşkün bir adamdır. Aldığı minibüsler ile kasabalının her işini halletmekte ve herkese yardımcı olmaktadır. Fakat daha sonra yaptığı bu işler ile yeteri kadar para kazanamayınca bir tırda uzun yol şoförlüğü yapmaya başlar. (Bunda tek sebep aslında para değil, Aziz’in özgürlüğüne düşkün olması da yatmaktadır.) Hatta yazar, çalışmak zorunda olduğu için daima farklı ülkelere giden babasını şöyle anlatıyor bize;

‘”Zaten o yıllarda burnumuzun ucunda gezinen bir mazot kokusuydu babam, kulağımızda çınlayan uzak bir motor sesiydi ve az evvel dediğim gibi, gitti mi gelmek bilmezdi bir türlü.”

Derken birgün, ömrünün yarısından fazlası şoförlükle geçen ve memleketinde çiğnenmedik yol bırakmayan Aziz Bey elim kaza ile Arabistan’da tek bacağını bırakarak Denizli’ye döner. Ve aslında esas hikaye burada başlar.

Ve her yerin bembeyaz karların altına gömüldüğü bir kış günü, sağlığı giderek bozulmaya başlayan Aziz bey, protez bacak takılması için Ankara’da yaşayan oğlunun yanına gider. Burada bir tedavi merkezine götürülür. Fakat, hem yerine konan/takılan ama bir türlü aslının yerini tutmayan takma bacakların giderek canını sıkması hem de bu sebepten terk ettiği tedavi merkezinin çıkışında yaşadığı ufak bir kazadan dolayı tekrar Denizli’ye döner Aziz bey ve yavaş yavaş ölüme yaklaşır. Yazarımız da babasının gerek tedavisi gerekse diğer ihtiyaçları için, Ankara ve Denizli arasında adeta mekik dokumaya başlar. Ve yol üzerinde durmadan karşısına çıkan ecel atı, evlerinin yakınlarında bir tek yazarın gördüğü beyaz gömlekli küçük çocuk gibi detaylar ise kitabı gittikçe daha da büyülü bir atmosfere sokar.

Bu arada eve gelip giden akrabalar ve onların kendine has o yerel dilin kullanılışındaki mükemmellik, karısının son ana kadar Aziz beye gözü gibi bakması, yavaş yavaş eriyip gitmesine karşın iyileşir umuduyla gösterdiği çırpınışlar, ölümün sessizce gelişi, evlerinin önünde budanmayı bekleyen ve durmadan bahsi geçen o erik ağacı ve asma, yazarın babasının o haline içlenince balkona kaçıp sigara içişi, ara ara bahsedilen ve hikayeden kesinlikle bağımsız olmayan türküler, Aziz beyin yattığı yatağın karşısındaki dağ manzaralı o pencere ve yoldan geçenler…

Herşey o kadar gerçek ve o kadar içten hissediliyor ki… Hele ki Aziz beyin ölümü… Ve bu ölüm karşısında, “ Zaten yıllarca başka yerlerdeydin, tam döndün diye sevindik ve şimdi bizi bırakıp gidiyorsun” denilmeden, özgür ruhlu oluşuna saygı duyularak gösterilen o sevgi dolu sitemsiz hüzün… Kitabın bir yerinde, yazarın daha önce yazdığı bir kitapta “Babalar alnımıza yazılmış yalnızlıklardır” cümlesini kullanması, o sitemsiz hüznü daha anlamlı kılıyor.

Zaten bu yüzden kendimi bir kitap bitirmiş gibi değil de daha önce bir yerlerde gördüğüm hatta çok iyi tanıdığım birilerinin hikayesini duymuş gibi hissettim. Hani Nuri Bilge Ceylan filmlerini izlerken olduğu gibi… Üç beş kişi arasında yaşanan, basit gibi görünen, az diyaloglu ama çok fazla gerçek…

Demem o ki canım okur, eğer aranızda benim gibi Hasan Ali Toptaş’ı daha önce hiç okumayanınız varsa, soğuk havaların usul usul yaklaştığı şu günlerde mutlaka edinin ve okuyun.

Şimdiden keyifli okumalar

*Bu arada kitabın kapağında sevgili Nuri Bilge Ceylan’ın “Yağmurdan Sonra Üç Kaz” isimli fotoğrafının kullanıldığını da bitirdikten sonra öğreniyorum. Ve kitap boyunca Toptaş’ın kelimelerle çizdiği kasabanın Nuri Bilge’nin çektiği fotoğrafla hayat bulmuş olmasına da ayrıca şaşırıyorum!

* Bir naçizane ufak not daha kahramanımızın tüm bu yolculuklar boyunca dinlediği türküler, Spotify’da Everest Yayınları tarafından bir liste halinde sunuluyor. Listenin adı: Everest Yayınları – Hasan Ali Toptaş – “Kuşlar Yasın Gider”.