Böyle olunca tarihi bir gerçekliğe sanat üzerinden yaklaşma çabası daha başından problemli oluyor. Zira doğrudan gerçeğe yaklaşımı dahi problemli bir anlayıştan söz ediyoruz. Bu anlayış veriler üzerinden gerçeğe ulaşmaz da idealize edilen bir gerçekliğe (!) uygun veriler üretir.
Özel bir örnek olarak Muhteşem Yüzyıl filminin, iki yıl önce daha yayına başlamamış, fragmanı yayınlanırken gördüğü tepkiyi hatırlatmak isterim. Henüz nasıl bir film olduğu bilinmiyordu. Kanuni ve dönemini anlattığı belliydi de nasıl bir Kanuni portresi çizeceği belli değildi. Peki nasıl oluyordu da daha gösterime girmemiş, kimsenin izlemediği bir film tepki çekiyordu? Tepki gösterenlerden itibaren izaha muhtaç bir durum bu. Ayrıca bu durumu başta tepki gösterenlerin izah etmeleri gerekiyor. Ama ben, tepki gösteren kesimin tepki gösteriş şekline bakarak bile böyle bir sorunları olduğunu sanmıyorum. Öyle olunca da iş kalem erbaplarına düşüyor. Eğer siz ortaya koyduğunuz bir tavra makul bir gerekçe sunamazsanız, o zaman tavrınızdaki absürtlüğü birileri çıkar teşhir eder.
Mesele esasında oyuncu kadrosunun da sergilendiği fragmandan başlıyordu. Tek başına oyuncu kadrosu bile filmin niteliğini ele verebildiği gibi işbu nitelikten filmin bakış açısı ve bu film özelinde Osmanlı medeniyetine dönük bakış anlaşılabiliyordu. Muhteşem Yüzyıl filminin bakış açısı, aslında Türkiye’de burjuvazinin ve de “beyaz yakalı” küçük burjuvazinin Osmanlı’ya, Kanuni devrine bakış açısını yansıtıyordu. Türkiye’de burjuvalaşamamış, burjuva değer yargılarına direnen “muhafazakar” kesimi daha film başlamadan rahatsız eden buydu işte!
Sivil Muhteşem Yüzyıl’ın tarih okuması Türkiye’ye uzun yıllar egemen olmuş (ittihatçı) devlet anlayışının tarih okumasından farklı değil. Türkiye’deki egemen devlet anlayışının Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemi ile bir sorunu olmamıştır. Kısaca bu ittihatçı zihniyetin Osmanlı Devleti ile olan meselesi, yalnızca duraklama ve gerileme devrine yöneliktir. Türkiye’de on iki yıldır egemen muhafazakâr zihniyetin ise ne kuruluş ne yükseliş devri, ne de duraklama ve gerileme devri ile… Hulasa söz konusu Osmanlı olunca, Osmanlı’nın hiçbir dönemi ile bir sorunu yoktur. Dolayısıyla Türkiye’deki birbirine zıt bu iki “ekol”ün Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemi ile bir sorunu olmadığı söylenebilir. Düşünün; Türkiye’nin batılı yönünü temsil eden bir ekol de aynı dönemi övüyor, doğulu yönünü temsil eden bir ekol de… Fakat biri o dönemi bir televizyon dizisi ile kendince anlatmaya kalkınca diğeri itiraz ediyor. İlginç değil mi? Bu itirazın çıkış noktası öncelikle filmin bir televizyon dizisi, dolayısıyla popüler bir film olmasından kaynaklanıyor. Bir roman veya sanatsal bir sinema filmi olsaydı bu denli kolay bir tepki çekmeyebilirdi. İtirazın bir sonraki adımı bazı detaylarda gizli. Yükselme devrini iki taraf da övse, bu övgü aslında farklı saiklerle vücut buluyordu. Mesela muhafazakâr anlayış din temelli bir Osmanlı algısına teşne; zira dindarlığı idealize ediyor. İttihatçı anlayışın algıladığı Osmanlı ise nispeten daha seküler. Zira o da başından beri sekülerizmi idealize etmekle meşguldü. Böyle olunca söz konusu seküler anlatımda dönemin kadınları daha rahat giyimli, erkekleri de kadınlara karşı daha soğukkanlı olabiliyor. Bu anlayış her şeye rağmen Kanuni’ye zina yaptırsa bile şarap içiremedi. Film popüler bir film olunca bir yerde durmak lazımdı; orada duruldu (İnanın muhafazakar kesimin içkiye yaklaşımı zinaya olduğu kadar toleranslı değildir.). Oysa Osmanlı’daki harem hayatı veya padişahların ekseriyetinin şarapla ilişkisi bir vakıadır. Ama bu ahval inkâr edilemediği için saklanır. Veya olur da konuşulması gerekse dahi gözlerden uzakta konuşulmalıdır; halkın önünde değil. Bu anlayış muhafazakârlarda var da ittihatçılarda yok mu? Onlar da aynısı saiklerle Can Dündar’ın Mustafa adlı belgeseline itiraz etmişlerdi; hatırlayın. Onlar da kitleler nezdinde Atatürk’ün gayet insani zaaflarının teşhir edilmesinden rahatsız olmuşlardı. Güya onlar seküler, batılı… Ama aynı tutuculuk onlar için de geçerli.
Aslında bizdeki hiçbir ekolün gerçekle ilişkisi sorunsuz değildir. Bazı gerçekler olur ki savunduğunuz ekolün prensipleriyle çeliştiğinde, prensipler yerine gerçek tartışılır. Mete Tunçay’ın dediği gibi bizdeki bütün ideolojiler dogmatiktir. Şayet bir gerçeğin gerçekliği inkâr edilemeyecek ölçüdeyse, o zaman da saklamak yoluna gidilir. Veya olur da konuşulması gerekse dahi gözlerden uzakta konuşulmalıdır; halkın önünde değil. İşte filme karşı itiraz bunun rahatsızlığındandır. Halk bilmesin. Halktan kopuk, bir grup “profesör çatlakkafa” bilsin… Kâfi. Ürkülen şey gerçeklerin açığa çıkması, konuşulur olması; halkın bilmesi, halkın bilmesi!