Bunlardan biri Lütfi Akad imzalı Anadolu Üçlemesi’nin ilki olan Gelin, özgün hikâyesiyle ve bu özgün hikâyenin sinema düzlemine aktarımıyla fark yaratıyor. Bir de tabii Lütfi Akad’a ait bu üçlemenin 70’li yıllarda çekildiği hesaba katıldığında, oralardan başlayıp günümüze kadar uzanan bir güncelliği de çok iyi yakaladığını belirtmek gerekir.
Öncelikle bu üçlemeyi oluşturan her bir filmdeki birbiriyle alâkasız hikâyeler, çok katmanlı yapılarıyla ayrı birer alt metin içeriyor. Söz konusu filmleri meydana getiren üst hikâyeler, taşradan büyük şehre göç eden ailelerin adaptasyon sorunlarını ele alırken, aynı hikâyelerin alt metninde ise Hz.İbrahim’in oğlu İsmail’i tanrıya kurban etme teşebbüsü (Gelin), Hz.Yusuf’un kardeşleri tarafından kuyuya atılması (Düğün) ve Ömer Seyfettin’in ünlü Diyet hikâyesi (Diyet) temel alınarak, Türk sinemasındaki konvansiyonel anlatımın dışına çıkıldığı görülüyor. Tematik açıdan bakıldığında, yeni dâhil olduğu ve tanımadığı büyük şehirde, içinde bulunduğu şartları zorlamak zorunda kalan insanlardan bahseden söz konusu üçlemeden öz-biçim ilişkisi dâhilinde daha tutarlı bir hikâye ortaya koyduğu söylenebilecek Gelin filmi, yeni göç ettikleri İstanbul’da yer etmeye çalışan Yozgat’lı bir aileyi konu ediyor.
Hacı İlyas ve karısı, oğlu Hıdır ve Ali, oğullarının aileleri ile beraber bir gecekonduyu paylaşmaktadır. Bu geniş aile, özellikle Hıdır’ın öncülüğünde hem küçük bakkal dükkânını genişletme, işleri büyütme ama öte yandan da kendi geleneksel değerlerini koruma, büyük şehrin “tehlikelerinden” sakınma çabasındadır. Ekonomik tasarruf ve muhafazakârlık neticesinde ortaya çıkan ev içine kapanma hâli, bütün aileyi etkisi altına almış görünmektedir. Bütün ailenin hayati açıdan bağlı olduğu küçük bakkal dükkânını genişletme, bu arada aileyi de dış etkenlerden koruma kaygısı, aile bireylerinin kendi gerçekliklerine de aynı şekilde yabancılaşma hâlini doğurur. Meselâ aynı evin içinde dedesi, büyükannesi, babası, annesi, amcası, yengesi ve iki kuzeniyle beraber yaşayan çocuk Osman, doktorlarca tescilli ağır hasta olmasına rağmen, bir tek anne Meryem vaziyetin ciddiyetinin farkındadır. Meryem hâricindeki ailenin diğer fertleri ellerindeki bakkal dükkânıyla, yeni bir dükkân açmakla, bu yeni dükkân nedeniyle meydana gelen borçları ödemekle, kendilerini büyük şehre mahsus hayattan sakınmakla ve bütün bunları başarı olarak görmekle meşgûldürler. Bu türlü hârici kaygılarla tedavisi sürekli ertelenen Osman, sonunda bir kurban bayramı sabahında ölür. Bunun üzerine anne Meryem, ailenin bu yaşam tarzına tepki koyarak kocasından ayrılıp fabrikada çalışmaya, ailenin yadırgayacağı şekilde yeni bir hayata başlar. Geride kalan aile bireyleri oğulları Veli’den Meryem’i öldürmesini bekleseler de karısına hak verdiği anlaşılan Veli sonunda karısının seçtiği bu yeni hayata dâhil olacaktır.
Gelin, şehirli olmayı fazla kaygı etmeden, yoksulluk korkusuyla para kazanmaya güdümlü bir hayatı, bu hayatın çelişkisini ortaya koyarken, Türkiye’de hem çok hızlı hem plansız olan ve şehre ya aşırı adapte olup yozlaşma ya da hiç adapte olamayıp küçümsenme şeklinde açığa çıkan köyden kente göç problemine farklı bir mecradan yaklaşıyor.
Türkiye’de köyden kente göç, öncesi ve sonrasıyla birçok soruna temel oluşturmuştur; hem modernleşmeye neden olmuştur hem de buna karşı gelişen bir tepki olarak muhafazakârlığa neden olmuştur. Bizde genel olarak muhafazakârlık tam da bu nedenle muhalif, şehirleşmeyi, modernleşmeyi, “batılılaşmayı” öneren egemen anlayışa tepki olarak gelişen bir yaklaşımdır; temelde itiraz etmediği kapitalizmin, modernizmle ilgili sonuçlarına itiraz eden bir cereyan… Gelin’de bu şekilde Sorgunlu Hacı İlyas ve ailesi de bir yandan kırsaldan gelme, kendi tutucu, kapalı hayatlarını sürdürüp bir yandan da büyük şehrin imkânlarından yararlanmak ister bir görüntü sergiliyor. Dolayısıyla para harcamaya değil de para kazanmaya doğrultulu bir yaşam tarzı koyuyor ortaya. Gelin bir bakıma muhafazakâr burjuvazinin ortaya çıkış ânını sergiliyor. Ama muhafazakâr burjuvazinin karşısına modern burjuvaziyi değil de ücretli sınıfı, ücretli sınıfın şehirleşmesi ve bir alternatif yaratması antitezini koyuyor. Zira aile, sergilediği bu türden kaygılarla tıp bilimi ile beraber ücretli çalışmayı da küçümseyen, izole bir hayat kurmaya çalışıyor.
Lütfi Akad’ın sinemasına konu olan ve günümüz toplumunda bile karşılığını bulan bu hayat tarzı, şehir hayatına, onun zenginliğine, nimetlerine dâhil olup ama şehirli olmaya direnen bir hayat şeklinde tanımlanabilir. Gelin filmi büyük şehre gelip modernizme direnen ama öte yandan da ticareti bir yaşam tarzı, “hak kapısı” olarak gören zihniyetle mutluluğu ve huzuru tam aksine, bütün bunlardan uzak durmakta bulanların öyküsünü mukayese ediyor.
Yeşilçam’da iç göç konusunu temel alan diğer örneklerde bir bakıma bunun tam tersi, şehre adapte olma, geride bırakılan hayata sırtını dönme bir dejenerasyon belirtisi olarak ortaya konarken belki de istisnai bir örnek olarak Gelin filminin bu açıdan fark yarattığı, temel değerleri geride bırakılması gereken bir belirti şeklinde ortaya koyduğu söylenebilir.