Çünkü bu, bir gün çok uzaklara gidebilmeyi düşleyen ve bunu asla gercekleştiremeyenlerin, beşikten mezara aynı yere kazık çakacağını bilenlerin romanı.

Çünkü bu, kendi benliğini bir türlü bulamayanların ve bu yüzden yaşama adapte olamayanların romanı,

Çünkü bu, mutluluğunu milletinin yazgısına bağlayanların romanı.

Çünkü bu, sürüleşmeye öfke duyan fakat bunu bir türlü kusamayanların romanı

Çünkü bu, sessizlik, ironi, mizah, delilik, inilti, çünkü bu bir çığlık.

Kısacası, Tutunamayanlar, yüzleşmeye korktuğumuz şeylerin romanı. Ama tüm bu korkmaların, gitmek istemelerin, kabullenememelerin ve içinde olduğumuz topluma yabancılaşmanın suçlusu yok mu? Bence var. Hayatın ne olduğunu ve nasıl yaşanılacağını bize kendi bakış açısıyla,  kendi önyargılarıyla zorla empoze eden, çığlıklarıyla kalplerimizin sesini duymamızı engelleyen herkes birer suçlu ! Çünkü onların kurallarıyla başlıyoruz o ilk koşuya. Ve o ezbere hayatı sürdüremeyince, yani verilen kıyafetin bedeninin büyük olduğunu anlayınca bu sefer adımız ya beceriksize ya da çelimsize çıkıyor. İşte biz, belki de bu yüzden Tutunamıyoruz. Hani biliyoruz, anlatsak ta anlamayacaklar. Halbuki onların sunduğu hayatı olduğu gibi kabul etsek, alışabilsek buna, bir problem olmaz.  Ama işte kör olmayı beceremiyoruz. Bu yüzden de çoğu zaman” Bat dünya bat! ” diyoruz. Ya da bir şiirdeki mucizeyi bekliyoruz. Diyor ya şair;

“bana karşı ben vardım

çaldığım kapılarının ardında,

ben açtım ben girdim

selamlaştık ilk defa”

Yani öyle bir mucize ki bu,  yanyana değil iç içe olduğumuz kendimizi farkederek gerçekleşecek bir mucize. Sabırla bekliyoruz.