Buzdolabının üzerinde bir sürü yapışkanlı not kağıdı yapıştırılmıştı. Baba yine hayıflandı, eşine tablet bilgisayarı uzattı. Eşini küçümseyen bir tavırla tabletteki not programını gösterdi. Ardından yatak sahnesi. Karı koca uzanmışlar, kitap okuyorlar. Tabii teknolojiyi yakinen takip eden beyefendi tabletinden kitap okuyordu. Küçümser bir tavırla başını salladı eşine. Ardından beyefendi tuvalete gitti. Bir baktı ki, tuvalet kağıdı bitmiş. Telaşlı bir şekilde eşine seslendi. Tuvalet kağıdı istedi. Bu noktada filim koptu zaten. Her vesileyle, teknolojiyi takip etmediği, bazı şeyleri eski usülde yürüttüğü için eşi tarafından aşağılanan ve azarlanan hanım efendi, tuvalet kapısının altından tablet bilgisayarı sürüverdi. Ekranda tuvalet kağıdı resmi vardı.
Film anlatmayı sevmem. Çünkü anlatanı da sevmem. Ama sanıyorum ki bu reklamı izleme imkanını herkes bulamayacak. Bu sarsıcı ve güzel reklamın anlatarak sanal ortamda kaybolup gitmesine de gönlüm razı olmadı. Eski usülle, bir gazete yazısıyla bunu diğer insanlarla, gazete okurlarıyla paylaşmak istedim.
Teknolojinin ve her tür yeniliğin hayatımızda yerini almasına ne kadar direnebiliriz. Sürekli olarak hayatımızda bir anlamı olan, kullanmaya alışık olduğumuz bir şeylerden vazgeçerek yaşıyoruz. Ama bazı şeyleri kaybettiğimizde vakit geçmiş olacak. Geri dönme imkanımız olmayacak. Böylesi durumları kelimenin tam anlamıyla anlatan bir söz var ama. Nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. En iyisi arif olanlara bırakmak.
Bunu neden anlattım. İki nedenle...
Birincisi, Abdullah Gül Üniversitesi’nde çok büyük bir gayretle ve ciddi yatırım yapılarak(!) gerçekleştirilmeye çalışılan dijital yayıncılık projesine değinmek istiyorum. Abdullah Gül Üniversitesinde bir kısım yetkililerin tablet bilgisayar denilen (özellikle bir markaya zaaf çok dikkat çekici) aleti gereğinden fazla ciddiye aldıklarını gözlerimle gördüm. Abdullah Gül Üniversitesindeki yetkililerin bu reklamı izlemesini isterdim. Çünkü bu mantıkla gidişat, mukadder sonuca götürecek.
İkincisi, geçtiğimiz gün, Kocasinan Belediyesi’nde Kayseri mahalleleri için yazılan kitaplarla ilgili bir toplantı gerçekleştirildi. Bir tarafta Kocasinan Belediye Başkanı Bekir Yıldız, diğer tarafta eski büyükşehir belediye başkanımız Şükrü Karatepe. Bizzat bu iki isim tarafından dozerlerle yerle bir edilmiş eski mahalleler üzerine yazılacak 50 kitapla ilgili bir toplantı. Kendi kendime dedim ki, o yıkılan mahallerin arsaları üzerinde kütüphane kursalar, bırakın 50 yazarı 500 yazara 500 bin kitap yazdırsalar o mahallelerden birini geri getirebilirler mi? O enkazlar sadece taşlardan ibaret olmadı hiçbir zaman. Bir hayat tarzını da dozerle tesviye ettiler. Üzerine park bahçe ya da yeni apartmanlar yapılmak üzere...
Bir de şunu merak ediyorum. Aynı mahallelerle ilgili, bu kitapların yazımına öncülük eden başkanlarımız kitap yazacak olsalar neler yazarlardı acaba? Mantığı kavramakta zorlanıyorum. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu mu diyelim. En iyisi derinden bir lâ havle çekmek ve olup biteni ibretle izlemeye devam etmek galiba.
Şimdi geçmişteki günleri kat karşılığı müteahhite veren Kayseri halkına ya da ağzı sulanarak o yıkımları bekleyen rantiyecilere alan açan başkanlara, tablet bilgisayarla tuvalet kağıdı veya taharet musluğu resmi vermek geliyor içimden.