Hocam fotoğrafları kadar güzel yazılarını kısa tutmuş. İstemiş ki Erciyes konuşsun. Bir
ustanın sanatını “konuşturması” karşısında Erciyes te, sırdaşını, hemdemini bulmanın
coşkusuyla dile gelmiş.
“Dağ tevhitti, vahdetti .. Dağ bilinci olmayan ve dağı bilinçle anlamayan "Bir" ve "Biz"
olmayı anlayamazdı. Eşya ve hadiselere bir bütün olarak bakmak, aidiyet duygusunu
yitirmemek, varlığı idrak edebilmek, hakikate giden yolu yürüyebilmek dağı bilmekle
ilgiliydi .. Dağlanmak dediğimiz şey aslında kemal duygusuyla ilgili, olmakla ilgili bir şeydi ..
Dolayısıyla dağlanmak bir oluştu, bir bütünleşmeydi .. Aidiyette tekrardı.. Dağ gibi insan,
dağlaşan insandı .. Bunun içindir ki her insan dağlanamaz ve her insan dağlaşamazdı ..
Evliya Çelebi'nin Ricalu'l Gayb'ın toplanma yeri olarak tanımladığı Erciyes'i bir de bu
pencereden bilmek gerek "insan dağda buluşur, dağda erer, dağda bilir ve dağda olur"
Peygamber ve velilerin dağlarla birliği ve muhabbeti bundandır .. Dağ bir makamdır ..
Dağ bir tecelligahtır .. Her şey O'nun bir tecellisiyken ve O'nunla tezahür ederken, O özel
olarak dağa emaneti teklif eder ve dağa tecelli eder .. Seçtiği insanları dağa çağırır .. Öyleyse
tecellinin "en" olduğu "yakin" olduğu yerdir dağ .. Tecellinin Nur olduğu yerdir .. Tur'u
nurlandıran Hira'yı içinde taşıyanı nurlandırmaz mı? Bir kaya parçasını Nurdağı yapmaz mı?
Sevr'i sine yapıp saklamaz mı? Uhud'ta kucağını açıp korumaz mı? Arafat'ta beklemez mi,
bekletmez mi?
Erciyes’te bir nur göremiyorsanız… bir kopuş bir bozuluş halindesiniz” (sf.137)diyor
hocam “Bir Tecelli Bir Tezahür” isimli ikinci bölümün girişinde. Erciyes meğer ne
güzelmiş. Görmek için önce bakmak, bakmasını bilmek gerekiyormuş. Dağı, güneşi, rüzgârı
gözetmeden, rant uğruna “şeddadî” binalarla doldurduğumuz ve ellerimizle katlettiğimiz
güzelim şehir, kente dönüştükçe Erciyes bizden gizlemiş kendini.
Dağlara methiye, şehirlere mersiye sandım önce. Sonra zihnimi kor gibi bir soru kapladı,
Ricalu’l Gayb kayak sever mi? Şehirlerden kovduğumuz imanın, ihlasın, irfanın ilticagâhı
dağlardı, dağlarmış diyeceğiz, Hocamın kitabına bakarak birkaç yıl sonra. “Kış Turizmine”
bekleyeceğiz kaybettiğimiz tüm değerleri. Şehir kente dönüştükçe, cüceleşecek yüce dağ. Dağ
olarak, nur olarak gizlese de kendini, rant olarak kurtulamaz kem nazarlarımızdan… Meğer
dağlara mersiyeymiş.
Sağ ol Dursun Hocam… Ellerine sağlık, sayende çocuklarımıza Erciyes böyleydi, şimdi
Ricalu’l Gayb ile beraber kayboldu, bu kitabı bırakıp yadigâr diyebileceğiz.
İSTİRHAM
Başta belediyelerimiz olmak üzere çeşitli kamu kuruluşları güzel eserler yayınlamaktalar
ancak çoğu zaman bunlar meraklısına ve ilgilisine ulaşamamakta, ya dağıtıldığı gün orada
olacaksınız, ya da belediyede tanıdığınız olacak. Kayseri deyimiyle “kimseye ağız eğmek”
durumunda bırakmadan, Kent müzesi, Hunat Kültür Merkezi gibi uygun bir yerde satışa
sunulsa hayırlı bir iş yapılmış olur. İstanbul ve Bursa’da örnekleri var.
HANIMEFENDİ
II. Wilhelm 1889 yılında ailesi ile beraber İstanbul’a geldiğinde, bizde resmî kraliçe olmadığı
için, Sultan II. Abdülhamit’in kızı eşlik etmiş kraliçeye. Ne mübarek günlermiş. Devir
değişmiş, kadınları sosyal hayata sokmak gibi anlamsız ve tuhaf bir tutku adına, resmi
görevlilerin eşleri, kendilerinden önce gelmeye, görünmeye başlamışlar. Özellikle askeri devir
teslim törenlerinde, “Beyefendi” Paşa ise “Hanımefendi” hanımların paşasıdır pozlarıyla
arzı endam eden hanımefendileri, itici, hatta kadınlar açısından küçültücü bulurdum.
Mütedeyyinler ise gayr-ı İslamî bulurlardı, sadece kıyafetleri sebebiyle değil, bizatihi
bulunmaları sebebiyle. Buna dair neşriyat ve vaaz mebzul miktarda vardır İslamcı literatürde.
Benim kuşağım “first lady”ler içinde kürsülerden inmeyeninden, prosu elinden düşmeyenine
pek çok örnek gördü. Öne çıkmayan, sessiz ve politikadan uzak haliyle en çok Nazmiye
Demirel bana sıcak gelmiştir. “Dinci”lerin iktidara gelmesiyle daha iyi örnekler ortaya
çıkacağını zannetmiştim… Meğer ele talkınmış söylenenler
Ne “first lady” ne de eşinden dolayı “Hanımefendi” olmayıp, kendi kalan Nazmiye Hanım’a
Allah’tan rahmet diliyorum.
ŞİİR
DAĞLARA
Arif Nihat Asya
Doruk beyaz, dere mavi;
Etekler, yeşil çuhadan..
Dağlar, koskoca dünyayı
İkiye böler ortadan...
Ki nesi kalır dünyanın
Dağları çeksen aradan?
Kartal, süzülür yuvadan;
Yuvası vardır kayadan.
Dağlarda kartopu diye
Birbirine ay atan
Kızlar... ki dudakları al...
Alları, değil boyadan.
Dağ uykulariyle mahmur
Yüzlerini, gün doğmadan,
Seyrederler, ya suyun ya
Ayın tuttuğu aynadan.
Yaratırken şu dünyayı
Yeri, göğüyle yaradan,
Dağı sahiden yaratmış,
Geri kalanı şakadan!
Kurtlarına helâl olsun
Ne alırlarsa ovadan!
TEMBİH
Nisa eve dönse (Lütfi Bergen, 15 Mayıs 2011, http://www.habername.com/yazi-lutfi-bergennisa-eve-donse-6816.htm) mutlaka okuyunuz