İnsanlığın şimdiden izler de taşıyan gelecek zamanındaki, pek iyi görünmeyen akıbetini yansıtıyor. Hani hep deriz ya böyle devam ederse dünyayı bir felâket bekliyor diye… İşte o felaket zamanını anlatıyor. Geleceğin bu karanlık çağında, kitlesel eylemlerle pek huzurlu olmadığı anlaşılsa da manyetik sınırlarla korunan, elit, nispeten daha sağlıklı insanların yaşadığı şehir hayatı içeriyi, salgın hastalıkların, toplu ölümlerin, asit yağmurlarının, kuraklığın kol gezdiği kırsal alan dışarıyı oluşturmaktadır. Bu geleceğin adı belirsiz yeni medeniyetinde içerdekilerin dışarı çıkmaları yasaklanmıştır. Dışardakilerin içeri girmeleri ise ırkçılığa yaklaşan katı kurallara, dijitâl karar vericilere bağlıdır. Filmde gelecekteki dünyanın bu karanlık, vahim vâziyeti, insanoğlunun ekolojik dengeyi kibirli bir akılla deforme etmesi bu bakımdan da tanrının işine burnunu sokmasıyla izâh edilerek, bu durum tematik düzlemde eleştiriliyor.

Kaplanoğlu’nun distopyası yapay et üretiminin konuşulduğu bugünkü dünyadan, insanoğlunun doğadaki her şeyin içeriğiyle oynaması sonucu bitki ve hayvan türlerinin yok olduğu, içme suyu bulmanın mümkün olmadığı bir dünyaya yaklaştırıyor bizi. Geleceğin bu karanlık çağında toprak kimyasal atıklarla alabildiğine kirlenmiştir. Her şeyi akılla açıklama ve doğadaki her şeyi kendi de üretebilme iddiasındaki insan, dünyada doğal, kendi hâlinde hiçbir şey bırakmamıştır. Şehrin dışını oluşturan Ölü Topraklar’da insanlar salgın hastalık ve toplu zehirlenmelerden ölürlerken, kendince bir huzursuzluğun yaşandığı şehirde ise bütün bunlara rağmen sorunlara yılların alışkanlığı ile yapay çareler aranmaktadırlar. Ama dünyaya bu şekilde egemen olan akıl ve bilimin insanlığı getirdiği merhâlede işler bir noktadan sonra çığırından çıkmıştır. Şehir içindeki medeniyetin, ellerindeki teknolojik imkânları seferber ederek doğadaki ilk hâlinin aynısı bir tohumu üretebilmenin çarelerini aradığı bir sırada, daha önce böyle bir şeyin imkânsızlığını belirten Cemil Akman’dan ister istemez söz edilmesi, bu konuda görevli Prof. Erol Evin’in dikkâtini çeker. Bu kırılma ânından sonra Erol Evin ne aradığını ve sonunda ne bulacağını pek de bilmeden kendini, bilimsel bir dayanağı olmadığı hâlde böyle bir iddiada bulunan Cemil Akman’ı aramaya vakfeder. Bu uğurda manyetik sınırı aşıp diğer tarafa, Ölü Topraklar’a geçer ve orada hakikât ehli Cemil Akman’ın nezaretinde ölümüne bir arayışa girişir.

Buğday nitelikli bir sanat eserinde olması gerektiği ölçüde çoklu okumalara izin veren tematik bir çeşitliliği bünyesinde barındırıyor. Bu doğrultuda birbirinden manyetik sınırlarla ayrılan içerisi-dışarısı metaforu da doğu-batı, modernizm-arkaiklik, akıl-duygu, din-bilim, eski-yeni, modernizm-ilkellik v.b. şekillerde okumaya elverişli görünüyor. Erol Evin’in Cemil Akman nezaretinde giriştiği yolculuk, bir hakikât yolculuğu, insanın benliğinden arınma mücadelesi veya dünyayı kurtarma çabası şeklinde yorumlanmaya açıktır. Batı sinemasında birçok örneğine şahit olduğumuz Hristiyanlık propagandası gibi, daha yüzeysel bir bakış açısıyla Müslümanlık propagandası olarak da okunabilir. Nitekim filmde modern teknolojinin henüz kirletemediği yegâne verimli toprağın bir türbede olduğu düşünüldüğünde, buradan alınan toprağın hakikât ehli tarafından korunma ve yayılma çabası, İslamiyetin dejenere olmuş bir dünyada bir umut olma, yayılma misyonuyla ilişkilendirilebilir. Ve git gide Batı dünyasının Suriyeli mültecilerle arasına ördüğü sınır gibi daha güncel, bugüne yaklaşan türlü çağrışımlar da çıkabilir Buğday’da.

buğdayy

Ama Buğday’la ilgili benim burada önereceğim okumada, insanın, içindeki bir suçluluk duygusuyla hakikâti araması ve sonunda aradığı şeyde kendini bulması teması hâkim. Edebiyatın modern klasiklerinde epeyce işlenmiş bir temanın seçildiği Buğday’da da hikâyenin kahramanı, tıpkı bu tarz örneklerde olduğu gibi bir arayışa, yani Erol Erin, farkında olmadan kapıldığı içten içe bir suçluluk duygusuyla, kendisinin önü sıra yolculuk eden Cemil Akman’ı aramaya girişiyor. Bu yolculuk zahirde Erol’un Cemil’i araması, sonunda bulması ve birlikte devam ettikleri yolculuk ise de aslında bu yolculuk, Erol’un Cemil karakteri nezdinde kendini bulma, benliğinden kurtulma mücadelesidir. Erol ile Cemil’in Kuran’daki Musa ve Hızır meselinden bir uyarlama olan bu yolculukları sırasında da önemli olanın dünyayı kurtarmak değil, kişinin kendini kendinden, yani aklından, kibrinden, zekâ ile her şeyi yapabileceğini sanması yanılgısından ve bunun tahribatından kurtulması olduğu sıklıkla vurgulanıyor zaten. Şehirden ayrılıp, her şeyden vazgeçip Ölü Topraklar’a sığınma sürecini anlatırken “beni öldürecek birini aradım” diyor Cemil. Cemil’in burada ölmekle nitelendirmeye çalıştığı şey, esasında kişinin kendi kendinden kurtulma, aklın kibrinden arınma, inanca sığınması ve bu şekilde kendini bulmasıdır. Nitekim tabiat ile insan aynı şeydir Cemil Akman’ın birçok kez vurguladığı şekilde. İnsan tabiatın bir parçası olduğu gibi, tabiattaki her unsurdan insanda da az biraz mevcuttur. Dolayısıyla bu yolculuk sürecinde Cemil’i takip eden Erol’un kendini arayıp bulması ve kendini kendi aklından kurtarması, aslında tabiatın, dünyanın da kurtuluşunu müjdeler. Erol kendi aklının kibrinden kurtulmakla, dünyayı da aklın ve bilimin, teknolojinin kirliliğinden kurtarmış olur. Aslında benzer temalı birçok metinde de görüleceği şekilde Tutunamayanlar’daki Turgut’un Selim’i ararken verili hayattan kurtulmasıdır bu veya Kara Kitap’taki Galip’in avukatlıktan kurtulup sanatçı olmaya yücelmesidir. Simyacı’nın aradığı şeyin kendi içinde olduğunu fark etmesidir. Erol’un yaşanığı da benzer bir şeydir. O da kendini aklından, dünyayı kirletmekten kurtarmış, gönlüne, duygusallığa, inanca sığınmıştır.

Buğday’ın bünyesinde barındırdığı bu tematik unsuru görmezden gelerek, onu salt dinî göndermelerle dolu açık bir metin olarak okumanın, bu şekilde İslamî bir film olarak görmenin, böyle bir sanat eserini izah etmekte yüzeysel kalacağı kanaatindeyim.

Sinema öyle bir sanat dalı ki gerçekçi bir hikâyeyi kötü bir anlatımla inandırıcı bulmamak da gerçeklikten kopuk bir hikâyeyi usta bir anlatımla inandırıcı bulmak da mümkün olabiliyor. Bu açıdan bakıldığında metinlerarası düzlemle açıklanabilecek yaptığı göndermelerle, Kuran’daki bir sûrenin yorumu ve Tarkovski sinemasının devâmı nispetinde bize özgü sinemanın yüzünü ağırtacak şekilde görsel bir şölen sunuyor Buğday. Hayâl âlemini zorlayan, imkânsıza yakın bir hikâyenin, yaratılan güçlü atmosfer ve teknik başarı ile nasıl da inandırıcı bir hâle getirilebileceğinin güzel bir örneği.