“Zeki Demirkubuz sineması” deyince vurgulanması gereken belki de en önemli husus, bir yönetmenlik becerisinden daha öte hikâyenin ön plana çıkması. Kader’de de meselâ başkarakter Bekir’in gidişatını sembolleştirecek şekilde mevsim geçişlerinin yazdan kışa doğru sıralanması gibi belki Neşet Ertaş’a bir nazire, belki yönetmenin diğer filmlerinden alışık olduğumuz bir özgünlüğü olarak görülebilecek kimi detaylar yok değil. Fakât özellikle C Blok, Masumiyet, Üçüncü Sayfa, İtiraf ve Kıskanmak’la birlikte Kader de hikâyenin ön plana çıktığı bir film.
Kader, gençliğinin baharında mazbut ve mahzun Bekir’in dükkânına, Uğur’un gelmesiyle başlıyor. Bekir mahâllelerinde oturan bu kızı görür görmez âşık oluyor. Akşam kahvehaneye çıktığında arkadaşlarına sorduğunda anlıyor Uğur’u ve annesini kendinden başka herkesin tanıdığını; Uğur’un yatalak bir babası olduğunu, çocuk yaştaki kardeşinin kahvehanede çalıştığını, bütün aileyi eşraftan Cevat’ın himâye ettiğini… Bekir, takip ettiği Uğur’un hapishanedeki Zagor’a gittiğini görünce, aşkı da bir kara sevdaya dönüşüyor. Ardından hapishaneden çıkan Zagor’un, Cevat’ı sudan bir sebeple öldürmesi, bir kırılma noktası olarak hikâyeyi başka bir yöne çeviriyor. Uğur, cinayetin ardından firar eden Zagor’la beraber ortadan kayboluyor. Bu arada Bekir de evlendiği hâlde, Cevat’ın ölümüyle mağdur olan Uğur’un ailesine ufak tefek yardımlarda bulunuyor. Ve Zagor’un İzmir’de yakalanmasıyla Uğur da tekrardan ortaya çıkıyor. Bekir bunun üzerine evini, karısını, çocuğunu bırakıp İzmir’de bir pavyonda çalışan Uğur’la beraber otel köşelerinde bohem bir hayat yaşamaya başlıyor. Uğur’la Bekir’in bu şekilde kavuşan hayatları, Zagor’un Bekir’in vurulmasını azmettirmesi, Bekir’in birkaç kez evine, ailesine geri dönmesi, Uğur’un Bekir’i yanından kovması, Bekir’in sokaklarda yatması, intihar girişiminde bulunması ve nihayetinde Kars’ta Uğur’u tekrardan bulması şeklinde devam edip gidiyor.
Bekir Uğur’un peşinden sürüklenirken, Uğur da Zagor’un peşinden, Zagor da hikâyede muğlakta kalan kendi tutkularının belirsizliğinin peşinden sürükleniyor.
Burada konu edilen hayatlar, belki ancak dışardan bakana görünebilecek şekilde müthiş bir trajediyi yansıtıyor. Öyle ki görünürdeki her iyiliğin aslında bir menfaati perdelediği, acımasız bir riyakâklık bu kenar mahâlle hayatını esir almıştır. Kader, insanın kendi trajedisi içinde nasıl hayat kurabildiğini, bu trajediyi nasıl görmezden gelebildiğini veya bir memnuniyete nasıl çevirebildiğini gözler önüne seriyor. Ama öte taraftan da bazı insanların kendi çıkarını kollamayıp kendi lehine davranmadıklarını, çoğu durumda tutkularının nasıl esiri olduklarını görüyoruz. Her romantik filmin kendince bir tarifine giriştiği aşk meselesinde, Kader, aşkın mantıksızlığını vurguluyor; akıl almazlığını… Buradaki aşk, insanın âşık olduğu kişinin değil, kendi kendinin esiri olmasıdır. Aslında Bekir’i yaşadığı çevreden, hayattan koparıp peşinden sürükleyen Uğur veya Uğur’a duyduğu aşk değil, farkında olmadan kapıldığı kendi tutkusudur. Yani Bekir’in aşkı, Uğur’dan değil, kendinden kaynaklı bir aşktır.
Uğur’un kardeşi Kudret’in çalıştığı mekânda onur kırıcı davranışlara maruz kalması ile ailesinin vaziyeti, yatalak babasına rağmen annesinin Cevat’ın dostu olması arasında bir alâka kurmak zor değil. Zagor’un Cevat’ı sudan bir sebeple öldürmesi de alelâde bir tartışmanın büyütülmesi meselesi olmanın yanında belki Cevat ile Zagor arasındaki güç mücadelesi şeklinde yorumlanabilir. Uğur’un İzmir’de fahişelik yaptığı hâlde Bekir’le yatmaması da -ki Bekir’le yatsa, o zaman Zagor’a olan aşkına ihânet etmiş olacaktır-, senaryoya özgü ilginç detaylardan. Ve Uğur’la Zagor’un köprü altında buluştukları o harika sahne, filmi esaslı bir aşk filmine dönüştürürken, bir noktada Neşet Ertaş’ın Yalan Dünya’sının introsu, Zeki Demirkubuz’un Kader’inin solosuna hâline geliyor.
Kader, hikâyesinin özgünlüğü yanında, bu hikâyeyi ele alış biçimiyle de değerlendirilmesi gereken bir film. Zira bunu ses ve görsel efektlerden azâde, kurgusuna da aynı şekilde sirâyet eden bir sâdelikle yapıyor. Aslında Zeki Demirkubuz’un ustalığı da bu filmin kuğusunda ortaya çıkıyor denebilir. Günümüzde artık bir sanat eserinde kurgulama dâhilinde anlatılmayıp es geçilen unsurlar, en az anlatılanlar kadar önemli hâle gelmiştir. Anlatılmayan, kurguda eksik bırakılan boşluklar önemsiz gibi görünse de aslında bir üst bilinçle seyircinin o boşluğu kendi hayâl gücü ile tamamlamasına imkân tanır. Bekir’in hemen her defasında kendisini bekleyen karısının ruh hâlinden başlayarak, evlenme süreci, Uğur’la Bekir’in İzmir’de takıldıkları arkadaşlarının kişilikleri, İzmir’de bir kez lafı edilen Kudret’in akıbeti, babasının Bekir’e karşı nasıl bu kadar toleranslı davranabildiği, Uğur’un ve peşini bırakmayan Bekir’in Sinop’tan ayrıldıktan sonra yaşadıkları, Bekir’in Uğur’u Sinop’ta ve Kars’ta bulma süreci… v.b. detaylar, değinilse aynı hikâyeyi bambaşka bir filme dönüştürebilecekken bir sinemacı ustalığıyla ayıklanabilerek seyircinin hayâl gücüne terk edilmiş.
Kader acıyı öne çıkaran, sâdeliğin güzelliğini öne çıkaran, acıyı sâdelikle anlatan, arabeskin ciddiyete büründüğü bir film. Hiç tartışmasız Zeki Demirkubuz’un filmografisinin doruk noktası olduğu söylenebilir.