Uğur Yağcıoğlu’nun yazıp yönettiği “Dünyanın En Güzel Kokusu”, yaşanan bir aşkın evliliğe doğru seyrini değil de planlı bir evliliğin aşka dönüşmesini konu alarak klişe bir aşk hikâyesinden ayrılıp, kendince bir özgünlüğü bu şekilde deniyor.
Ama işlerin planlandığı şekilde bir seyir izlemeyeceğini sonrasında izliyoruz. Aşk, kendisiyle dalga geçilmeye, hayat ise bu denli planlı bir davranışa müsaade etmiyor çünkü. Zira planlı bir şekilde mantık evliliği yapan bu iki arkadaş, evlendikten sonra âşık oluyorlar birbirlerine. Derya’nın Hakan’ın teklifini kabûl etmesinde bir tuhaflık aramamız gerektiğini de filmin sonunda anlıyoruz. Göze pek batmayan flashback bir kurgulama ile hâlledilmiş görünüyor bu sorun.
Genel olarak baktığımızda Dünyanın En Güzel Kokusu, bünyesinde tanıdık bir problemi barındırıyor: Gelişen orta sınıfın modern şehir hayatı dâhilinde bir çözüm bulamayıp çelişkisini yaşadığı aşk ve evlilik meselesini. Son yıllarda aşk ve evlilik meselesi sinemamızda çokça işlenen bir mesele –ki hâlâ da işlenmeye devam ediyor. Bir taraftan yıllarını verdiği aşkı evlilikle sonlandıramayan kadınlar, diğer tarafta evlenmek istemeyen erkekler… Artış gösterdiği istatistiklerle sâbit boşanmalarla, toplumda karşılık bulan bir sorun bu. Dünyanın En Güzel Kokusu’nda ise tekrarlanan bu meseleye ayrıca çocuk meselesi eklenmiş. Özellikle orta sınıfta yaygın olmak kaydıyla insanlar evlenmeksizin birlikte yaşıyorlar ama çocuk söz konusu olunca evlilik denilen o mesele, yine kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkıyor.Filmde Hakan da evliliği ancak çocuk yapmak pahasına göze alıyor ama sonrasında evliliğin pek de öyle korkulacak bir şey olmadığını anlıyor. Tabii ölmek pahasına çocuk yapmaya kalkışan Derya da ayrı bir meseleye dönüşüyor.
Orta sınıfın henüz şekillenmediği, gelişmekte olduğu dönemde sinemada geleneksel yerleşik değerler sorgulanır, eleştiri konusu olurdu. Yıkılmakta olan geleneksel değerlerin yerine henüz yenisinin konulmadığı günümüzde ise birey özelinde psikolojik bir buhran yaşanıyor ve sinemamız da bugünlerde işte bu buhranı işliyor. Dünyanın En Güzel Kokusu’nda bir replikte de geçiyor zaten. Hakan’ın bir arkadaşı, dışlanan mânevi değerlerin yerine aklı koymanın yanlışlığını vurguluyor. Dünyanın En Güzel Kokusu özelinde genel olarak sinemamızda son zamanlarda sıkça tekrar eden bir konu,aklıyla baş başa kalmış insanın yalnızlığı, çaresizliği olarak şekilleniyor.
Öte taraftan belirtilmesi gereken bir sorun olarak gerçektekinden çok farklı, steril bir İstanbul panoramasıyla karşı karşıyayız Dünyanın En Güzel Kokusu’nda. Bünyesinde barındırdığı hayatlarla, çehresiyle gerçekçi bir İstanbul değil bu; aşırı romantize edilmiş bir İstanbul. Boş vermiş hayatlara, ekonomik kaygılardan azâde sorunlara, Boğaz manzaralı balkonlara bakınca (tıpkı Fethi Naci’nin Aşk-ı Memnûromanına yönelik eleştirisinde olduğu gibi) bu değirmenin suyu nereden geliyor diye düşünmeden edemiyor insan. Her şey bir yana Boğaz manzaralı balkonlar daha ekonomik kullanılabilirdi. Öyle ki yabancı birini İstanbul’daki her evin Boğaz manzaralı olduğu yanılgısına düşürebilecek şekilde, hikâye boyunca girilen her evde Boğaza nazır teraslar ve balkonlar karşılıyor insanı.
Hayatın, İstanbul’un keyifli taraflarını yaşayan insanlar, içki ve kadın düşkünü boş vermiş bir hayat ve bir kadının ortaya çıkarak bu hayatı terbiye etmesi hâli, benzer örnekleri hatırlatırcasına biraz klişe duruyorsa da Dünyanın En Güzel Kokusu’nda vasat bir oyuncu performansıyla inandırıcı bile olamayacak bir hikâyenin ve de repliklerin, usta oyunculara özgü bir performansla ne kadar gerçekçi ve inandırıcı olabildiğini görüyoruz.