Sayın Genel Başkan MHP tabanı ve tavanından, çok ciddi ve sert eleştiriler alsa da, AKP’nin tamamından ciddi destek ve teveccüh görüyor. MHP’den söz etmemin sebebi başkanlık düzeni değil, söz sırası millete gelince, bizde yüce milletimizin bir ferdi olarak gerekeni söyleyeceğiz. Bu gün fikrini değiştirmiş olan Bahçeli’yi methedenlerin, yarın da aynı düşünecekleri hususunda ciddi tereddütlerim var.

Oysa MHP’nin ve öncülü milliyetçi düşünce hareketinin, önceki genel başkanları çok farklı insanlardı. Bütün bunları bana düşündüren, Ocak ayında doğan şu üç isim: İlki Milliyetçi Hareketin ilk genel başkanı diyebileceğimiz, Cumhuriyetimizin kurucularından, milli kahramanımız Fevzi Çakmak, 12 Ocak 1876’da doğmuş, ikincisiHüseyin Nihal Atsız, 12 Ocak 1905 doğumlu,üçüncüsü ünlü şair Nazım Hikmet, 15 Ocak 1902’de doğmuş.

MHP’nin söz konusu olduğu bir yazıda, Fevzi Paşa ve Hüseyin Nihal Atsız’ı anlamak mümkün, ya Nazım Hikmet ne oluyor diyenler, bizden çok daha genç arkadaşlar olacaktır. Çünkü MHP’nin efsane genel başkanı, sadece MHP’lilerin değil, tüm dünyadaki, tüm Türk Milliyetçilerinin ölümsüz “başbuğu” Alparslan Türkeş, 1994 kongresindeki konuşmasında, sağ cenahın itinayla uzak durduğu büyük şair Nazım Hikmet’in:

“Dörtnala gelip uzak Asya'dan

Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan

Bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde

Dişler kenetli

Ayaklar çıplak

Ve bir ipekli halıya benzeyen bu toprak

Bu cehennem, bu cennet bizim.”

Mısralarını okumuş ve tabir caizse yer yerinden oynamıştı. Nazım Hikmet bu konuşmadan sonra yeniden doğmuştu adeta, bu hasret gittiği topraklarda. Öyle muazzam bir ağırlığı vardı merhum Başbuğ’un. Keza Fevzi Paşa değil konuşması, suskunluğu ile bile fırtınalar estiren biriydi.

Nazım Hikmet’in her okuduğumda, dinlediğimde, Refik Halit’in “Eskici”sindeki Hasan’ın, gurbette yaşlanmışken söyledikleri hissini veren ve boğazıma bir hıçkırık düğümleyen;

“Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.

Seyir defterini başkası yazsın.

Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.

Beni o limana çıkaramazsın...”

Mısralarından ibaret, kezzap gibi yakıcı Mavi Liman şiiri bile, anlamamıza kâfi sanırım çektiklerini 

Atsız merhum ise, her türlü maddi – manevi çileyi göğüslemiş ama fikirlerinden zerre taviz vermemiş, iktidar sahiplerinin sunduğu imkânları, şahsiyetine halel getirmemek için elinin tersiyle itmiştir.

Hepsi birbirinden farklı, hatta zaman zaman karşı karşıya gelmiş bu isimlerin bir ortak özelliği var, tarih bu şahsiyetleri “adam”, hem de “anılası adam” olarak yazdı ebedi sayfalarının arasına. Derin –sığ, gerçek – en hakiki, resmî – gayrı resmî gibi isimlerle tarihi tebessüm ettiren, yarın kimsenin hatırlamayacağı tarih müsveddelerinde methiyelerle yer almak kolay, oysa tarih asla yanılmaz, kimin nasıl anılıp anılmayacağı konusunda.

Aynı zamanda büyük bir tarihçi olan Atsız’ın mısraları ise ışık tutuyor adeta kimin nasıl anılacağına.

İzleyip Gök Börü’nün gölgesini 

Gezelim gel o Kömen ülkesini. 

Orda erdem gözükür, başkası çıkmaz alana. 

Kapanıktır kapılar her kovu, her bir yalana. 

Uğramaz ufkuna asla o yerin yüz karası; 

Orda yoktur ne siyaset, ne fikir maskarası. 

Sungurun uçtuğu yerlerde barınmaz yarasa; 

Ve bütün dirliğin üstünde yürür sade yasa... 

Günümüzden, düşünüp birçok asırlar geriyi 

Analım bin kere ölmüş o ölümsüz çeriyi: 

 

Ebedi yiğit! 

Adı yok şehit! 

Kefenin: Vatan... 

Tabutun: Cihan... 

Yaşıyor ünün. 

Her zaman öyle ağırdır ki yiğitlik kefesi, 

Kahramanlar gibi ölmek o günün felsefesi... 

Hepsi o günün felsefesi ile teslim ettiler canlarını sahibine, ruhları şad, mekânları cennet olsun…

Ya bu günün felsefesi?