Gerek edebiyatta gerek sinemada sıkça konu edilen bu tarz arayış veya yolculuk hikâyelerinin kayda değer bazı ortak paydaları var. Kişiyi arayışa yönelten nedenler veya aradıkları şeyler, genelde kendi dışındakilere anlamsız gözükür. Bu nedenle de kahramanın arayış aksiyonu, çevresi tarafından sürekli bir caydırma reaksiyonuyla karşılaşır. Ve kahramanın kendi kendine bile tam açıklayamadığı arayış çabasıyla etrafının bu anlamsızlığın göstergesi olması diyalektiği, sonuçta arayışı, sadece kahramanın kendisi ile ilgili varoluşsal bir drama dönüştürür. Daha popüler örneklerde ise kahraman arama sürecinde yeni bir hayat veya aşk gibi hiç hesapta olmayan başka şeyler bulur. Bu arayış hikâyelerinin bazı örneklerinde, varılan yer ile başlangıç noktası arasında, sebep-sonuç ilişkisi hâricinde de bir bağ kurulur –ki söz konusu filmde türe özgü bu özelliğe rastlanmıyor.
Bir umuttur insanı arayışa veya arayış sebepli yolculuğa sürükleyen; tutkudur. Umudun tutkuya dönüşmesi, insanı arayışa kalkıştırabilmesi, yola düşürebilmesi için ya onu bulunduğu yerde tutacak diğer umutların tükenmesi ya da sahip olduklarından vazgeçirecek daha büyük bir umudun yeşermesi gerekir. Son Umut filminin kahramanı Connor için birincisi geçerlidir. Oğulları geri dönmemiş, ölmüşlerdir. Karısı da bu acıya dayanamayarak intihar edince Connor, pek de ne yaptığını bilmezcesine, oğullarının en azından cenazesini bulup getirmek, daha ziyâde de elinde yaşama gâyesi kalmadığı için İstanbul’a doğru yola çıkar. Etrafındakilerin anlam veremediği arayışı sürekli birileri tarafından sabote edilmeye çalışılırken, diğer ikisi ölse de sonunda hayatta olduğunu öğrendiği büyük oğluna kavuşacaktır. Yani hemen bütün örneklerde olduğu gibi arayış veya yolculuk, herkese ve her şeye rağmen haklı çıkacaktır.
Dönemin İstanbul atmosferi, yeraltındaki direniş komiteleri büyük bir prodüksiyonu haklı çıkarır bir başarıyla çizilmiş. Flashbeck’le anlatılan Çanakkale Savaşı’na ait çatışma görüntüleri, savaş meydanının bütün dehşeti ve gerçekliği izleyicide yaşadığı hissi uyandırmayı başarıyor. Bunlar filmin başarılı diye yorumlayabileceğimiz bölümleri. Ama bütününe baktığımız zaman belki başarısızlığa işaret eden yönler de var. Birden fazla yan unsuru aynı filmde işlemeye kalkışıp ama hem belki prodüksiyon yetersizliğinden hem zamanlama ile ilgili sorunlar yüzünden hiçbirinin üzerine tam gidemeyip, hepsini üstünkörü gösterip geçmekle, dolayısıyla da hiçbirini tam anlatamamakla alâkalı, genelde son dönem Türk sinemasında sıkça rastlanan kusurlar bunlar. İnsanın güçlü sezgileriyle su bulmasıyla aynı yöntemi insan aramada kullanması problemi, yeterince bir problem hâline gelememiş meselâ. Kahve falı ve Mevlevi ayini de ana tema ile yeterince ilişkilendirilememiş.
Gelelim Russell Crowe’un bu ilk yönetmenlik tecrübesi ile ilgili spekülasyonlara… Sosyâl medyada filmin Çanakkale Savaşı’nı ve filmde kenardan da olsa değinilen İstiklâl Savaşı’nı “tarafsız bir gözle” anlattığı yorumları yapılıyor. Bu konulardaki resmî devlet tezi, bir yabancı tarafından ifade edildiğinde doğrulanmış mı oluyor? Çanakkale Savaşı bir yana İstiklâl Savaşı ile ilgili, objektif denebilecek bir bakış açısının kaile alması gereken Yunan tezleri de vardır. Yunanlıların Ege’de işgâlci olduğu bile tek başına Türk resmî devlet tezidir aslında. Yunan ordusunun bizim görmek istediğimiz gibi sergilenmesi, objektif bir bakış açısı olarak lanse edilebilir mi? Bu türlü yaklaşımlar, insanın söylediği bir yalanı başkasından duyduğu zaman hissedebileceği türden bir rahatlığa benziyor. Filme özgü bu tutumu, senaristleri Andrew Knight ve Andrew Anastasios’un birinin karısının Türk, diğerinin Türkiye uzmanı olmalarıyla açıklamakta zorlanıyorum.
Gene de eğrisiyle doğrusuyla Çanakkale Savaşı ile ilgili böylesine bir prodüksiyon, en azından “tarihe kayıt düşülmesi” adına hakkında yazılmaya, önemsenmeye, sonuç itibarıyla izlenmeye değer. The Water Diviner’ı bütün kusurlarına rağmen bizdeki hamaset yüklü, kahpe Bizans tandanslı Fetih 1453 benzeri kötü örneklerle karşılaştırmak haksızlık olur.