Bu tam anlamıyla müptela olmak deyimiyle açıklanabilir bir durum olsa gerek. Biraz daha yumuşattarak alışkanlık diyebilirsiniz. 

İçeriğine göre değişik değişik duygular yaşatır kitaplar. Bana sorarsanız tartışmasız faydası, insana cehaletini gösteren bir aynadır. Okurken en iyi ihtimalle bilmediğimizi farkederiz. Bilginin insanları birbirinden ayrıştırıcı özelliğini okumaktan başka hiç bir eylemde bu derece net gösteren edimimiz yoktur desek yeridir. Ama elbette bu yargıyı tüm kitaplar için geçerli kılamayız. Çünkü kimi kitaplar okuma hazzını tatmin etmek için okunur.

 

 

Bilgi edinme şart olmayabilir. O vakit bazı kitaplar çerez, bazısı da keçi boynuzu yemek gibidir düpedüz. Ama bazıları da var ki, hiç ummadığımız bir yerden vurur bizi. Ben bunu nasıl düşünememiştim diye hayıflanırız karşılaştığımız bir cümleyi kendi kendimize tekrar ederek. Kimi zamanlar da uzun zamandır farkında olduğumuz ama adını koyamadığımız bir şeyi gayet açık olarak tanımlanmış bir halde buluruz. Mutlaka bir kenara not ederiz.

Kitaplarla haşır neşir olduğum yıllar içerisinde okurken yaşanabilecek her tür duyguyu yaşadığımı itiraf etmeliyim. Fakat burada, Dostoyevski’nin Ecinniler adlı romanında karşılaştığım bir tanımlamadan söz etmek istiyorum. Oronluk Sarhoşluğu!

Aslında bu kavramın muhataplarıyla çok yerde karşılaşmışızdır. Özellikle bir çok devlet dairesinde. Gerçi şimdilerde eskiyle kıyaslandığıda nitelik olarak değişikliklerden söz edebiliriz. Ama mesela bir hastane müstahdeminin şahsi kaprisleriyle karşılaşmışızdır muhtemelen (hamam filminden sonra hamamcılar gazetelere beyanat verir. Bilmene tiyatro oyunundan sonra bilmemneciler yönetmene dava açar, bana da hastane müstahdemleri birliği dava açmasın aman. Mesela dedim). Son derece kişisel, paşa gönlün bildiği ve belirlediği bir büroksasi söz konusudur. Öyle stratejik bir yerde durmuş ve deli dumrul gibi yolunuzu kesmiştir ki, haddini bildiremezsiniz.

Zaten o da bunun farkında olduğu için işinizi yokuşa sürmektedir. Uzatmaya gerek yok sanırım. Ne tür insanlardan bahsettiğim anlaşılmıştır. Dostoyevski, ‘Oronluk Sarhoşluğu’ kavramıylla bu tür insanların duygu dünyasını kavramlaştırmış (Rusça’da böyle bir deyim/kavram var mıdır bilmiyorum. Sarhoşluğun çeşitleri konusundaki uzmanlıkları düşünüldüğünde, neden olmasın). Bakın nasıl anlatıyor onları;

“Küçük değersiz bir adamı alın. Onu rastgele bir tren istasyonuna bilet memuru yapın, efendim? Sonra ondan bilet almaya gidin. Bu değersiz adam, size ne güç sahibi bir adam olduğunu göstermek için jüpiter kendisini koruyormuş gibi bir tavır takınır. Biletinizi keserken her haliyle: ‘Görüyorsun ya, bıçağımın altındasın!’ der. İşte oronluk sarhoşluğu dediğim bu” (Ecinniler, Oda yay., s. 58)

Demek ki, yalnızca bizim toplulumuza has değilmiş diyerek teselli buldum diyebilirim bu satırları okuduğumda. Sonra elbetteki hemen defterime not ettim. Çünkü, benim açımdan koskoca bir kitaptan kalabilecek büyük bir çağrışım hazinesiydi bu sözler. 

Toplulumumuzda ne kadar çok oronluk sarhoşu vardır değil mi? Çoğuyla da işimiz düştüğünde karşılaştığımızda anlarız onların ne kadar önemli (!) insanlar olduklarını. Bu tür insanlar için meslekleri çok değerlidir. Kendilerinin üyesi oldukları meslek grubu olmasa insanlığın eksik kalacağını, hatta büyük sıkıntılar yaşayacağını düşünürler. Bu sayede kendi değersiz kişilikleri bir anlam kazanmış olur. Önlüğünü, üniformasını, alameti farikasını terkettiğinde bıyıkları koparılmış kediler gibidir bu tür vatandaşlarımız.

Eğer ilk bakışta neci oldukları belli olmuyorsa, yani sıradan insan olarak dolaşıyorlarsa aramızda, bir fırsatını bulup, mutlaka ‘sen benim kim olduğumu biliyor musun’ cümlesini kurmayı pek severler. Eninde sonunda sarhoşluktur, kimi zaman üçgen vücutlu bu kabarmış hindi egosunu hoş görürüz. Bazen, bulaşıp belaya kalmayalım diye ses etmeyiz. Ama en basit beyin fonksiyonlarını bile kaybetmiş bu zavallılar en olmadık yerde karşımıza çıkar ve hiç de saygın olmadıkları halde, önlerinde eğilmemizi isterler.

Bu denli aptallık en başta acınası bir haldir. Öte yandan da can sıkıcı olduğu çok açık. Oronluk Sarhoşluğu kavram olarak beni  bu tür durumları anlatmak için giriştiğim zahmetten kurtardığından çok hoşuma gitti. Birey olarak, yoksun olduğumuz değerleri ve önemi, bulunduğumuz konumla sağlamaya çalışmanın bizi düşürdüğü durum üzerine günlerce düşündüm. Ayrıca bir meslek hastalığı olduğunu da tüm bunların üzerine eklediğimde, bazı meslektaşlarım adına üzülmediğimi de söyleyemem. Sırf sanatla yakın akrabalığı olan bir mesleğe mensup olmak, sanatçı olmak için yeterli midir?

 Sanatçının zahmetli dünyasına hiç uğramadan, onun hakettiği ve gördüğü ilgiyi, farklılığı, ayrıcalığı talep etmek de düpedüz bir oronluk sarhoşluğu değil midir. Böyle bir sarhoşluğun insanı düşürebileceği zavallılığa tahammül etmeyi göze alamadığımdan gereğinden fazla mütevazi olduğumu kabul ediyorum.