Beyhan Kanter, Kemalettin Tuğcu Romanlarının Sosyolojik Zemini başlıklı çalışmasında, konuyu kısa, akademik makale ayarında ama sade ve anlaşılır bir dille sunmuş. Örneğin şu tespit çarpıcı geldi bana. “Tuğcu’nun romanlarına bakıldığı zaman Campbell’in Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nda vurguladığı unsurları da görmek mümkündür. Tuğcu’nunroman kişileri mitik değil sosyolojik karakterler olmalarına rağmen bilinmeyen alanlarda gezinmeleri ve bir takım sosyal sınavlara maruz kalmaları bakımından “eşiği” geçen kahramanlar olarak nitelendirilebilir.” Bu gözle bakınca çocukluğumun, benim kuşağım da dâhil, birkaç kuşağa okuma zevki kazandıran romanları, daha bir anlamlı geldi.
Fatih Baha Aydın, Tanburi Cemil Bey: Müstehzi Bir Melankolik ismini vermiş, son derece zarif, özenli, güzel ve etkileyici yazısına. Söze Freud’la başlamış. “Freud, yas kavramını sevilen bir yakının veya özgürlük, ideal gibi soyut bazı değerlerin kaybına karşı geliştirilen bir reaksiyon olarak tanımlar, yas tutan kişi kaybettiği şeyi veya kimseyi hemen anlar. Ne var ki kendi içinde neyi kaybettiğini anlayamaz. Ölümünün üzerinden yüz yıl geçen Tanburi Cemil Bey’i hâlâ idrak etmeye çalışmamızı da buna bağlıyorum” diyerek sözü önemli bir yere getiriyor. Ardından Tanpınar’ın “Lüzumundan fazla ciddiyet, insanın hayatı anlamasına mani olur” tespitinden yola çıkarak, Cemil Bey için; “Gerek eserlerine gerek hayatına baktığımız zaman, onu asıl tanımlayan hasletin melankoli olduğunu rahatlıkla görürüz. Zaten taksimlerini dikkatle dinlediğimiz zaman, ondaki mizahın bize her zaman derin bir melankolinin ardından belli belirsiz göründüğünü fark ederiz.” Diye bağlıyor konuyu. Bir de yegâh taksim için adeta dinleme rehberi olacak bölümlemeler vermiş Aydın. Hem müzik, hem kültür, hem hüzün, hem istihza, yani kısaca hayat için okumaya değer bir yazı.
Ahmet Pak’ınVakit Devrimi ise, adaşı Haşim’in Müslüman Saati tadında bir metin olmuş. “Düşünsenize” diyor. “Sabit olan saat. Namaz değil. Namazı sabitleyip saati onun etrafında devrettirmiyoruz. Neyi neyin emrine verdik biz?” sadece bu alıntı bile, sizce de sarsıcı, güzel ve önemli değil mi?
Ya şu hesap, Miladi 2016 – 1453 = 563, Hicri 1437 – 857 = 580. Şu halde… İstanbul kaç yıldır bizim? Kaç yıldır bu şehirde ezan okuyoruz.
Bize ait olmayan zamanlarla bize ait olanları ne kadar anlatabiliriz.
A Yağmur Tunalı’nın Ahmet Yakupoğlu: Bir İnsan çok İnsan, İbrahim Şahin’in Tanpınar’a Dair Unutulmuş Yazılar: 4, Duygu Aksoy’un Orhan Pamuk’un Kırmızı saçlı Kadın Romanında Babayı Öldürmek başlıklı yazıları da hafızaya kazınacak harikulade çalışmalar. Tabi şimdi zikredemediğim başka çalışmalar yanında hikâyeler ve şiirler de usta işi.
Bir de duyuru dergiden, “Yarım asırdan fazla bir süre sonra ilk defa Serdengeçti dergileri toplu halde bu ciltte bir araya getirildi.” Eseri Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları Basmış. Kasım 2016’da. Almalı İstanbul’a gidince diye geçirdim içimden.
Akşam elimden bırakamadığım dergi için, sabah ilk iş, Sevgili Serhat Kabaklı Ağabeyimi arayıp teşekkürlerimi sundum. “O şaha varmaya ruhsat yok deme, kerim kişilerle işler güç değildir.” Buyruğu fehvasınca Hazret-i Pîr’in, Serhat Ağabey içimi okurcasına, “Serdengeçti Dergisi’nin tıpkı baskısını yaptık, sana da aldım, vermek için gelmeni bekliyorum” dedi.
Hâsılı muazzam geçmişine layık, muhteşem bir sayı olmuş, son sayı. Ahmet ve Servet Kabaklı Merhumlara rahmet niyaz ediyor, hayrü’l halefleri aziz Serhat Ağabeyime teşekkür ve saygılarımı sunuyorum.