Günümüzde eleştiri daha çok, olumsuz bir anlam kazanmış gibi. Bir şeyin (eser / faaliyet / kişi vb.) aleyhinde bulunmak, yermek biçimini almış görünüyor. “Critical theory” ile “eleştirel kuram” arasında pek geçerli olmayan bu hal, dilimizde birlikte kullanılan bu iki sözcükte çok belirgin. Kritize ve/veya kritik etmekle, eleştirmek oldukça değişik çağrışımlara sahip. Bunda eleştirel kuramın teknik terim anlamının ve erbabınca biliniyor olmasının da rolü vardır kuşkusuz. 

Eleştirel kuramı, son dönemdeki büyük temsilcisi, “yeni- Gramscici” akımın önemli isimlerinden Robert Cox’un tanımıyla düşünelim. Cox önce teori anlayışını değiştiriyor; teori kavramının zannedildiği gibi değer ve yargılardan izole olmadığını, tarihi, insani, sosyal pek çok angajmanla malul bulunduğunu söylüyor. Yani teori dediğimiz şey birilerinin amaçları içindir. Her şartta, her yerde ve her zaman.  Yine Cox’un tanımıyla muhafazakâr teoriler, mevcut “kurulu düzeni” devam ettiren problem çözücüdürler. Bu yönüyle, benim Cox’un anlattıklarından çıkardığım, kurulu düzeni tamir ederek sürekliliğini sağlayan bir işleve sahip oldukları teorilerin. Oysa eleştirel kuram düzeni iyileştirecek çözümler önermez. Dikkati sorunlara ve sorunları yaratan süreçlere çeker. Dolayısıyla sorunu en baştan veya görünen sorunların zeminini teşkil eden temelden ele alır.

Buraya kadar söylediklerimden bir karşı duruş, aleyhte olma anlamı hem kritik, hem de eleştiri için elbette çıkar. Ancak bu durum, günlük veya anlık politikalara değil, yapıya yöneliktir. Eleştirel düşünceyi takip ederek diyebiliriz ki: öncelikle eleştiri sözcüğünü, yeniden kritik sözcüğüne yakın bir içeriğe kavuşturmalıyız. Bu sağlam ve insaflı analizlere kapı açacaktır. Bu sayede sorunlar ve olaylar doğru teşhis edilebilecektir. Sorunlar süreçlere doğru mütemadiyen analiz edildikçe, sosyalistlerin sık kullandıkları,  sevdiğim tabirleriyle, “son tahlilde” süreçlerden, çarpık yapıya ulaşılabilecektir. Şunu söylemek istiyorum: Atasoy Müftüoğlu Hocamızın, “Türkiye’de bırakın "İslamcı hükümeti" "din" yalnızca bir hobiden, folklordan, bir sosyal yardım kurumundan ibarettir… İslam’ın kamusal alanda ekonomik / politik / hukuksal alanda temsil edilen tek bir ilkesi bile yoktur. Türkiye’de "İslamcı hükümet" olduğu söylenemez… Nitekim bugünkü muhafazakâr hükümet de bayrak, ezan, cami, toprak, vatan gibi sembolleri kullanıyor. Türkiye bütün kavram ve kurumlarıyla kapitalist/ seküler / neoliberal bir dünya görüşü ve hayat tarzı tarafından yönetiliyor” Tesbitini ele alalım. Burada teşhis edilen şey, sorunlardan ziyade süreçlerdir. Görünen ve söylenen değil, yapının kendisidir. Bunlara uygulanacak ve geçici olacağı aşikâr çözümler değil.

Son dönemin en ümit bağlanan siyasi hareketinin, 14-15 yıl kesintisiz ve artan bir destekle iktidarından sonra, memleketi ve milleti getirdiği nokta, sizce hedeflediği nokta mıdır? Buraya gelmeyi mi hayal etmiştik?

Kendi payıma ben, yapısal, kurulu düzeni yıkamasa bile, sadece Türkler ve Müslümanlar için değil, insanlık için umut olacak bir yapı, bir düzen önerisi ortaya koyacağını, buna bir başlangıç yapacağını umuyordum. Hem de bunu, Hz. Ömer gibi, geçmiş dönemlerdeki örnek şahsiyetlerin ilkelerini ve yaşantılarını model alarak başaracaklarına inanıyordum. Çünkü ilkeli ve bunları hayatına tatbik eden, praksisi ıskalamayan bir örnek vardı önlerinde. Buradan yola çıkanları dönüştüren neydi? Sorgulanması gereken bu. 

Eleştirel düşünme müsrif olanı sadece yermek değil, lüks ve şatafatın kurulu düzenin hem zemini, hem motoru olduğunu ortaya koymaktır. Eleştirel okul, tüketimin, dolayısıyla lüks ve gösterişin, insanlığın hem günahı ama daha çok, hem de şeytanı olduğunu ortaya koyan zengin bir literatüre sahiptir. Kamusal alana başörtülülerin de rahatça çıkmasını sağlamak, sadece kurulu düzeni pekiştirdi, kamusal alanın yapısı aynen devam ederken, İslami hassasiyetler yerini başörtüsü ile makyajlanmış bir kapitalist hayat tarzına bıraktı.  28 Şubat’ın yıl dönümünde, öncesi ve sonrasında anlatılıp yazılanları hatırlamak bunları çağrıştırdı bana.