Yalnız bir ağaçla, ağaçtan uzaklaşan yalnız bir adamı, yalnızlığa kozmik bir varoluşsal mesele intibaı veren, sonsuz ve yarı karanlık gökyüzü altında gösteren bir usta işi fotoğrafını, sosyal medyada yayınlarken, üzerine yazmış yukarıdaki yazıyı, pek kıymetli bir hocam. Fotoğrafla mütenasip, kendi bağlamı içinde muhtelif anlam ve çağrışımları olsa da, bu söz, merhum Akif Emre’nin “Erguvanlar apansızın açar” başlıklı yazısını getirdi hatırıma.
“Gümrah dalların tomurcuğa durduğu, kırların, çimenlerin yeniden hayata döndüğü bir mevsimde geçiciliğin estetiğini yüklenir erguvan. Fanilik duygusunu can alıcı renkleriyle hayata bağlayan başka bir bahar habercisi var mıdır? En azından İstanbul için erguvandan başkası olamazdı.
Erguvan apansızın gelir. Bir gölge bile bırakmadan gölge gibi çekilir baharımızdan, hayatımızdan.
Ansızın gelen bahar yağmurları gibidir. Apansızın gidebilir de erguvan. Boğazın hala yeşil kalabilmiş sırtlarından, bahçelerden, henüz kepçe girmemiş koruluklarından.
İnsan, gölgesi çekildikçe kendini aşar, müteal olanla irtibatlanır varlığı… Gölgesizliği güzelliğidir erguvanın.
Gölgesinde yer bulamazsınız ama uzaktan naif ve zarif bedenini süsleyen renklerinden şiirsel bir âleme akabilirsiniz.”
Yazıyı saklamışım… Yukarıdaki satırların altını çizip saklamışım hem de ve yayınlandığı 9 Mayıs 2015’ten beri geçen zamanda da unutmamışım.
Saygıdeğer hocamın dulda arayan, gölge isteyen bunlar olmadığı için gölgesizler çağı dediği tutum, çok sevdiğim Benjamin’in, Marksı ve Marksizmi bir tür mehdi/mesih gibi gören anlayışını çağrıştırdı. Ve bu bana çok sıcak, çok doğru gelmedi. El hak Yahya Kemal’in bir rübaisinde; “iman bir şevk olan zamanlar geçti” diyerek andığı orta çağ dediğimiz zamanlar, kişilerin birilerinin saye/gölgesinde yaşadığı, insanların bir hükümdarın duldasında güvende, bir şeyhin gölgesinde huzurlu olduğu zamanlar idiyse de geçti.
İktidarın artık her yerde olduğu, her yerde olduğunun gösterildiği, ispatlandığı bir çağda, İskender önce pornografik bir güç gösterisiyle burnumuzu sürttükten sonra, her an herkesin üzerine eğilip, “dile benden ne dilersen” diyor. Kaçımız Diyojen’in tavrını gösterebilir ve “gölge etme başka ihsan istemez” diyebiliriz bilmiyorum. Ancak Akif Bey merhumun sözleri bundan da daha anlamlı geldi bana.
O “bir gölge bırakma”, “birilerine gölge olabilme” arayışına hiç girmeden koydu sınırlarını dünya ile arasına ve özen gösterdi, “gölge etme…” safhasına getirip kahramanlığını göstermek zorunda kalmak küçüklüğüne bile düşmemeye.
Adorno’nun “bu çağda kendini evde hissetmek bir ahlak sorunudur” anlayışını ve bir mesih/mehdi beklemeyen karamsarlığını daha sıcak ve yakın buluyorum. Uzun ince bir yolda gündüz gece gittiğinin şuurunda bir “mustarip mümin” olarak, Adorno’dan Said’e, Aliya’dan Ahmet Amiş Efendiye geniş bir düşünce yelpazesine vukufuyla, “müstağrip aydınlar yüzyılı”nda “yerli” değil “yersiz” ya da “her yerli” kalabildi.
Akif Bey merhumun ardından o kadar çok isim, o kadar çok yazı yazdı, methiyeler kaleme aldı ki, iktidarın her yerdeliğini gördük bir kere daha ve bir kere daha anladık “araçsallaştırma” neymiş… Bu sebeple o hengâmede yazmak çok doğru gelmedi. Şimdi anayım istedim. Ne vefat yıldönümü, ne doğum. Yukarıda andığım yazıyı vefat ettiği Mayıstan iki mayıs önce yazmış, baharla hayatın geçiciliğine, gölgesizliğine ama yine de güzelleğine…
Üstten ışıtmalıların gölgesi olur gibi geliyor bana, ışığı, ısıyı, gölgeyi, güneşi kurtarıcılarından reislerinden, şeyhlerinden bekleyenlerin… İçten ışıtmalılar duldaya sığınmıyor, gölge de bırakmıyorlar sanki…