Bu sayede işletme ya da toplum istenildiği gibi işleyecektir. Bireyler kendileri olmayacak, olmaları istenilene dönüşecektir. Althusser ise çok önemli bir hususa dikkat çeker. İstenilen birey tipi, sanat, siyaset, okul, hastane gibi pek çok yolla bireylere gösterilir. Bu sayede birey ne olması gerektiğini, nasıl davranması gerektiğini kavrar. Buradaki “iktidar” kavramının soyutu ifade ettiğini hatırlatmakta fayda var, çünkü bu bir sistem sorunudur. O an için iktidarda olan –muktedir (bazen mütehakkim)- kim ve/veya kimler olursa olsun modern iktidar böyle işler.

 

Bütün bunları bana hatırlatan Türk Edebiyatı Dergisi’nin bu ayki (Şubat 2016) sayısındaki, “Akif’in cenazesine Yahya Kemal katılmış mıydı?” başlıklı yazı oldu. Yazıyı kaleme alan Selçuk Karakılıç şöyle diyor; “Polisin tuttuğu takibat raporlarına göre, Akif’in cenazesine o gün şu isimler katılmıştır: “Saylav Şemsettin Fadıl Ahmed, Yahya Kemal, Profesör Muhiddin, Esad Fuad, Çolak Selahaddin, Tüccar Emin Vasfi, Kuleli Askeri Lisesi Edebiyat Muallimi Tahirülmevlevi, Fuad Şemsi, Gazeteci Feridun, birçok kimseler ile üniversite ve Askerî Tıbbiye öğrencileri…” Raporun künyesini şöyle vermiş yazar; BCA, 7 Kânunusani 1937 (Fon 121 10 0 0 Kutu 2, Dosya 6). Akif merhumun 30 Aralık 1936’da defnedildiğini düşünürsek, o günün şartlarına göre hız müthiş, tam bir hafta sonra devletin bekası ve bölünmez bütünlüğümüz için hayati (!) önemi olan bu bilgi, ilgililerince görülmüş ve arşivdeki yerini almış.

 

Abdülhamit döneminde (1937’de iktidarda olanlar o döneme istibdat derlerdi) başlayan modernleşmemiz, aynen devam ediyor görünüyor. İstibdat ile gözetlenme, izlenme arasındaki bağı en iyi kuracak olanlar, Cumhuriyetin kurucu kadroları iken, onlar bu bağı hakikaten görmüşler ve tercihlerini, Sultan Hamit’ten gördüklerini taklit etmek yönünde kullanmışlardır. Bu hal yakın tarihimizin tekerrürü olarak devam etmiş gitmiştir, bir lanet gibi. Hürriyet söylemleri ile muhalefet yapanlar, birkaç sembol üzerinden kendilerini ifade etmişler, teveccüh görmüşler, iktidara gelmişler ve gözetleme kulesine yerleşmişlerdir. Hâlbuki ne “yıldız” sözcüğünün kullanılamaması, ne ezanın aslî şekliyle okunamaması, ne başörtüsü ne de bir başka lüzumsuz yasak değildir ki mesele sadece. Aslolan hürriyetlerdir. Panoptikon kavramına dayalı iktidar kuramları ve bizdeki macerası gösteriyor ki, iktidar bizi gözetlemeye devam edecek, bize düşen galiba en az gözetleyecek ve en fazla hürriyeti verecek “muktedirleri” ve “düzen”leri seçmek.

 

“Stalinist pornografi”yi, her taşın altından çıkan, her yerde kendini göstermeye meraklı muktedir eğilimi diye özetleyip, Ali Yaşar Sarıbay Hoca’nın “muktedir” ve “mütehakkim” ayrımlarını ve “sinoptikon”u başka yazılara bırakalım. Şimdilik gözlemlerinizi kışkırtmak için zikretmiş olalım. İktidarı soyut, muktediri iktidarda o anda –zamanda, devirde- iktidarda olma durumu, iktidarda olanlar biçiminde anlamak gerektiğini unutmadan şöyle diyelim; gözetlendiğiniz, izlendiğiniz kesin olduğuna göre, size sürekli iktidarın ideolojik aygıtlarıyla bir şeyler empoze edildiğine göre, kendiniz olabilmenin yolu, yüreğinizdeki mangalın çapı kadar olacaktır.

“Kendisi” ve “kendinde” olmayanın ise ne dini olur ne imanı, ne insanlığı olur nede ne idüğü… Hallac-ı Mansur’dan yola çıkarak bir “isyan ahlakı” öneren Nurettin Topçu merhumu, yukarıda adı geçen zevatın kuramları çerçevesinde, yeniden yorumlayarak bir çıkış önerebiliriz gibi geliyor hem bize, hem de buhranlar içinde kıvranan insanlığa.