Yakınlarının kaygılanmasına, sevdiği kızın kederine rağmen bu görevi metânetle kabûllenerek bağlı bulunduğu birlikle beraber gemiyle yola çıkarlar. Süleyman kısa zaman sonra döneceği umuduyla ulaştığı Kore’de, savaş ortamına uyum sağlamasına fırsat kalmadan bir çatışmanın karanlığında, katliama uğramış cesetler arasında tesadüfen hayatta kalmış bir çocuğa rastlar. Geri hizmette görevli Süleyman’la kurtarmak için el uzattığı ve yaşadığı travma nedeniyle konuşamayan bu çocuk arasında, görev yaptığı karargâhta başlayan baba-kız ilişkisi, çocuğa Ayla ismi vermesiyle devam eder. Karargâhtaki diğer askerlerin de sahiplenmeleriyle savaş sendromunu atlatacak olan Ayla, bu alâkaya karşılık vererek bir müddet sonra konuşmaya, Süleyman’a “baba” diye hitap etmeye başlar. Yaşanan çeşitli hadiselerle beraber Süleyman ile Ayla’nın, tıpkı gerçek baba-evlat misali yakınlaşmalarına tanıklık ederiz. Ama her mutluluğun bir sonu vardır.

Süleyman’ın bağlı bulunduğu Kore’deki Türk birliğinin görev süresini doldurmasıyla, Süleyman’ın Ayla’dan ayrılmama, bu uğurda gerekirse görevine Kore’de devam etme de dâhil, Ayla’yı Türkiye’ye götürme de dâhil her türlü çabası bürokratik engellerle karşılaşır. Süleyman en son, bu küçük Koreli kızı kaçırmayı bile dener ama başarısız olur. Sonunda benimsediği bu küçük kız çocuğundan dramatik bir şekilde ayrılarak Türkiye’ye, İskenderun’daki görev yerine dönmek zorunda kalır. Sevdiği kız evlenmiştir. Süleyman‘ın kızı gibi sevdiği, ona tekrardan döneceği sözü verdiği Koreli çocuk Ayla’ya kavuşma çabası kendisini seven komşu kızıyla evlendikten, yeni görev yeri olarak atandığı İstanbul’a yerleştikten sonra da devam eder. Karısının da katkısıyla girişimde bulunduğu Kore konsolosluğunda, cevaplar beklediği uzun süren yazışmalara rağmen eli boş kalır. Zira savaşın devam ettiği Kore resmi kayıtlarında adı bir Türk adı, Ayla olan bir çocuğa rastlanmamaktadır. Süleyman’ın, resmi makamlardan aldığı menfî cevaplara ve çevresinin telkinlerine, kendi çoluk çocuk sahibi olmasına ve yaşlanmasına rağmen bu yöndeki beklentisi yıllarca devam eder. Ve nihayet 2012 yılında, bu ilginç hikâkeyeden haberdar olan bazı medya kuruluşlarının devreye girmesiyle, artık olgun bir kadın olan, yalnız yaşayan Ayla ile hayatını borçlu olduğu Süleyman Seul’de kavuşurlar.

Türkiye açısından bakıldığı zaman Kore’de yaşanan birçok yönüyle ele alınabilecek bir savaştır. Meselâ doğu-batı blokları arasındaki gerilimin ısındığı ilk mecra olan böyle bir savaşı komünizm-kapitalizm diyelektiği ekseninde yorumlayabilirsiniz. Demokrat Parti’nin TBMM’yi by pass ederek aldığı savaş kararının meşruiyetini sorgulayabilirsiniz. Kore’ye giden TSK mensuplarının neler yaşadıklarını, kendi aralarındaki ilişkileri anlatabilirsiniz. Bir de tabii aynı konuyu bu hikâye üzerinden değerlendirebilir Kore bürokrasisinin bir çocuğu, onu sahiplenen birine vermeyişini, bu konudaki aksaklıkları, Süleyman ile sevgilisi arasındaki aşk ilişkisini v.b… Söz konusu Kore Savaşı gibi, halk nezdinde birbirinden şüphe duyan ülkelerin ittifakı olduğunda, bütün bu unsurlar ayrı ayrı filmlerin konusu olabilecekken, böylesine iddialı bir prodüksiyonla bütün bu unsurların her birine azar azar yer verilmeye çalışılmasının, dallı budaklı bütün bu unsurları tek bir filme sığdırmanın, hikâyenin içindeki herhangi bir soruna odaklanmayı zorlaştırdığı, Ayla’yı sanatsal açıdan zor bir film hâline getirdiği görülüyor. Zaten Ayla filmine prodüksiyon açısından bakıldığı zaman, daha proje aşamasında uluslararası bir başarı beklentisi güdüldüğü, bu kaygıyla çekildiği anlaşılıyor. Dolayısıyla da içine dram, trajedi, aşk, komedi, macera da ekleyerek Kore Savaşı hikâyesine özgü bütün bu sorunlara ucundan kıyısından yer vermeye çalıştığı, bu nedenle de ortaya kurgusal açıdan şişkin bir film çıktığı söylenebilir. Bu da aslında bir filmin, büyük prodüksiyonların yer aldığı uluslararası bir festivâlden ödül alamama sebebidir.

Bir defa herhangi bir filmi aldığı veya alamadığı, alacağı veya alamayacağı herhangi bir ödülü baz alarak değerlendirmeyi yanlış buluyorum. Ama Ayla filminin henüz gösterime girmeden önceki lanse ediliş biçimine baktığınızda da ardından izlediğinizde de sanki sırf Oscar alsın diye veya uluslararası mecrada ses getirsin, yankı bulsun diye çekildiği, bu kaygıyla filmin üzerine titrendiği anlaşılıyor. Böyle anlaşılınca da film hakkında eleştiri yapmak, tüm bu kaygılardan azâde mümkün olmuyor.

Büyük prodüksiyon olma iddiasındaki bu tarz bir filmde, genel konunun içindeki parçalardan biri ele alınıp dramatize edilmektense, bütünlüğü oluşturan parçalara azar azar değinilmesi, hikâyenin içindeki sorunlardan herhangi birine odaklanmayı, dolayısıyla da filmi izlemeyi zorlaştıran bir hâle sokuyor.

Ama Ayla filminin başka bazı ayrıntılar nedeniyle de Oscar macerasını zora sokacak tarafları var. Meselâ çoğu çatışma sahnesinin teknik açıdan etkileyici, gerçekçi çekilmesine rağmen aynı sahnelerde kaygı verici bir gerçekdışılık da yok değil. Kuzeyli askerlerin benzinle yakıldığı sahne buna örnek teşkil edebilir. Bir de izlerken aynı kaygıyı duymadan edemediğim şekilde Süleyman’ın esir alındığı sahne var. Bu sahnede Süleyman kuzeyli birkaç asker tarafından esir alınıyor ve esir alınışına benzer kolaylıkla iki tane Türk askeri tarafından geri kurtarılıyor. Filmdeki bu gibi menfii detaylar ses efektleriyle malûl komedi sosuyla anlayış bekler görünse de böylesine ciddi bir yapım, üzerinde daha bir titizlik sergilenmeyi gerektirirdi. Zira Oscarlı filmler, bu tarz hataların belli bir bahane ile geçiştirilemeyeceği ciddi, gerçekçi yapımlardır. Eğer çektiğiniz gerçekçi bir filmse, bu gerçekçiliği hemen her sahnede sürdürmeniz gerekir.

Ayla’yı, ifrada varan bir iyimserlikle Oscar alacak bir film olarak görmenin haksızlık olacağını düşünüyorum. Bir defa Oscar alabilmeniz için, bunun evvelinde sizin Oscar’a yaklaştığınızı hissettirecek bazı ön emâreler, öncül filmler olmalıydı. Ama Türk sineması ne yazık ki henüz bu noktada değil. O nedenle Ayla’yı Oscar olacak bir film değil de ilerde Oscar alacak bir yerli yapımın öncülü, emâresi olarak görmenin daha gerçekçi olacağı kanaatindeyim.