Kaybolmak değil de daha çok yalnız kaldığımı hissediyorum . Herkesin içinde kimsesizleştiğimi. Kimselerin içinde zerre yer edinemediğimi fark ediyorum. Lâkin çok uzun sürmüyor bu farkındalığım. Sonuçta çağımızın hastalığı bu. Hep bir şeylerden kaçarak başka bir vebanın ağına düşüyoruz. Sonrası malûm, yalnızız, çaresiziz, kimsemiz yok. Peki, bizi kurtaracak inancımızda mı yok?
Hepimiz muhakkak bir şeylere inanıyoruz. Bir inancımız var hepimizin. Az da olsa bir davamız. Ama büyüklerimce bana öğretilen esasların içinde esir olmak yok. Çünkü insan; inandıklarının esiri değil, savunucusu olur. Böyle öğrettiler bana. İnandığının zaman bir fikre, ideolojiye, dine, insana, aşka. O inanç senin benliğini elinden almamalı. Tam tersine sana yeni kapılar yeni hudutlar çizmeli. Bu böyledir. İnancın sana çelme takıp yerle bir ediyorsa seni, yerdeki mahlûkatın halini anla diyedir. Sen yere çöktüğünde kanayan dizlerine ağla diye değil. Kıldığın namaz sürekli sana sehiv secdesi yaptırıyorsa namazı terk etmen için değil namazın içine daha çok giresin diyedir. Farkında değiliz, savunduğumuz şeyler bizi sürekli düşürebilir, başımıza yıkılabilir, kendi fikirlerimiz dahi bizi yenebilir. Ama inandığın zaman o inanç sana hane olur. Sen istedikçe büyütürsün o haneyi. Vazgeçip arkanı döndükçe değil.
Bahçende filizlenen çiçekleri düşün sen inancınla büyütmüyor musun onları?