Hem bayağı içler acısı. Tek derdi yazmak olan birisinin daha büyük bir dert olan yazamamak eylemine tutulması, kanserli bir hücre gibi vücudu kemirirdi. Zor durumdaydım. Acınacak haldeydim. Tükenmiştim. Ve beni tüketen bu halin ne olduğunu bilmeden, en çok kendimle kavga ettim. Uzun bir müddet sonra sahafta gezerken sanki yabancı bir şehirdeymişim de bu kitapların hepsi hiç anlaşılmadık bir dilde yazılmış gibiydi. Yabancılaşmıştım. Kötü bir tanımla düşüncelerin yabanisi olmuştum. O gün, beni tüketen şeyin kibir olduğuna kani oldum. Ben, kendimin sarhoşu olmuştum. Okumuyordum. İnsanlara zerreler halinde bakıyordum. Aman Yarabbi ne acı. O günlerde zihnimi dirilten tek bir cümleye dayandım. “ Okumadığın gün karanlıktasın.” Evet, okumadığı zaman suyu olmayan kuyulara düşüyor insan. Ne boğuluyor ne gün yüzüne çıkabiliyor. Okumadığı zaman başta kendisine yeniliyor insan. Kendisi için yaratılmış olan evreni anlamakta aciz kalıyor. Yazamıyor, konuştukları bir yer edinemiyor toplum içinde. Hep eksik hep yarım kalıyor.
Dostoyevski Yeraltın'dan Notlar ’da uzunca bir tanımda bulunur; “Bir şeyler söylemek istediğiniz anlaşılıyor, fakat korkudan son sözleri geveleyip duruyorsunuz. Açık konuşacak kadar kararlı değilsiniz, ürkekçe bir küstahlık sizin ki. Anlayışınızla övünüyorsunuz, bir yandan da ikilemlerle (tereddütlerle) dolusunuz.” diyerek birilerini anlatıyor. Nedense bu bana, hiçbir sırrı, hiçbir kelâmı anlayamayan ama arsız bir gururdan farkı olmayıp, okuduklarıyla yetineceğini savunan kişilerin tavırlarını andırıyor.
Okumadığımız gün meselesi olmayan canlılar haline dönüşürüz.
Dünyayla hemhal, indirilen kitap ve çekilen acılara düşman oluruz, okumadığımız gün…