Ramazan gelince evlerde, sokaklarda, caddelerde hâsılı bütün toplumda başka bir hâl yaşanır. Bu başkalığın sebeplerinin başında oruç gelmektedir, öyle değil mi? Oruçlu insanla oruç tutmayan, midesi dolu olan insanın aynı şekilde davranması mümkün mü? Oruçlu insan, fıtratıyla daha uyumlu bir hâle gelmiş insandır. Oruç, insanı nefsinin dizginlerinden kurtararak hayvaniyet mertebesinden çekip çıkarmış, âdeta melekler seviyesine belki de ondan da üstün bir konuma yükseltmiştir. Bundan dolayıdır ki Ramazan, insanı anlama mevsimidir.

 

Bizi biz yapan çağımız, çocukluğumuzdur. Çocukluğumuzda yaşadıklarımız, yaptıklarımız, düşündüklerimiz bir bakıma sonraki hayatlarımızın ön sözüdür. Bundan dolayıdır ki atalarımız “İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur.” der. Bu açıdan çocuklarımız ve çocukluklarımız çok önemli. 

 

Bizim çocukluğumuz hep köyde geçti. Bu sebeple, çocukluğumuzun Ramazanlarını da hep köyde yaşadık. Ramazan denilince, aklıma hemen helva gelir. Bu helva meselesi de neyin nesidir, diyebilirsiniz. Efendim, şimdi Rabbimize sonsuz şükürler olsun ki bu zamandaki bolluk bereket biçim çocukluk yıllarımızda yoktu. Çiftçi bir ailenin durumu da buna eklenince ister istemez imkânsızlıklar denizinde yüzüyorsunuz demektir. Gelir ve iş yapma açısından çiftçiden çiftçiye de fark var. Babam yılda bir defa, bir ya da iki kilo tahin helvası alırdı, bunu da Ramazan ayında gerçekleştirirdi. Bu helvayı öyle dilimleyerek yiyemezdik. Çünkü o, Ramazan boyunca sahurda sofralarımızı “süsleyecek” olan biricik nimetlerdendi. Annem, bir yemek kaşığı kadar helvayı suda ezer eritir, sıvılaştırır ve bizler de ailecek ekmeğimize onu katık yapardık. Ama ben çocukluğumda helvayı kuru dilimler hâlinde hiç yemedim. Hiç yemedim derken normal olarak sofrada yemedim. Bir gün canım iyice çekmiş ki annem görmeden o bir kaşık kadar helvayı lezzetinin hazzına ererek mideme indirdim. Rabbim beni affetsin, kardeşlerim, annem ve babam da haklarını helâl etsinler. Çünkü o bir kaşık kuru helva, ailemizin bir sahurluk yemeğiydi.

 

Sahur soframızı nadiren süsleyen kıymetli nimetlerden bir diğeri de zeytindir. Kıymetlidir, zira Cenab-ı Hak yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de onun adına yenin ediyor: “Ve’t-tini ve’z-zeytun; incire ve zeytine and olsun ki”. Bu güzel nimeti soframızda yine sadece Ramazanlarda veya Denizli’deki akrabalarımız hediye olarak gönderdiklerinde görebilirdik. Soframıza konulan zeytinlerin her bir danesini küçük küçük ısırıklarla kaç lokma edebileceğimize dair yarış ederdik kardeşlerimiz arasında. Kim kaçıncı olurdu şu an için hatırlamıyorum. Hatırladığım bir şey varsa o da bir zeytini hiçbir zaman tek lokmada yemediğimizdir. Öyle yapacak olursak anne babamız tarafından uyarılacağımızı da bilirdik zaten. Ayrıca, babamızın ilçeye, pazara gittiğinde aldığı birkaç somun ekmeğini -ki biz ona “bazar ekmeği” derdik- annemizin her sabah pişirdiği melez ekmeğine katık yapıp yerdik. Bugünün nesline, belki masal gibi gelebilir ama bunlar aynıyla hakikat olarak yaşanmış durumlardır. 

 

Aylardan ağustostu… sıcaklar had safhada. Köyümüzdeki üzümler yeni yeni ermişti. İftar için akşam namazına gelen cemaat, camiye gelirken birer tabak üzüm, karpuz vb. doğal iftariyeliklerden getirirdir. Akşam ezanıyla birlikte bunlarla iftar edilir, sonra akşam namazına geçilirdi. İftariyelikler arasında bazen kar da olurdu. Kışın dağların yüksek yerlerine açılan kar kuyularına kar doldurulur, üzeri çam ağacının yerlere dökülen yaprakları olan “pürçükler”le kapatılır, yaz gelince küçük paketler hâlinde dilimlenerek satılırdı. Bazen cami cemaatinin iftar etmesi için kar satıcıları tarafından camiye birkaç dilim gönderildiği de olurdu. O ağustos sıcağında karla iftar açmanın lezzeti hangi kelimeyle anlatılabilir ki!..

 

Bir defasında ekin biçmeye, ot yolmaya gitmiştik. Hava oldukça sıcak, gölgede durmak bile serinlik vermiyor. Rüzgâr esse de yakıp yalayıp geçiyor. Böyle bir günü oruçlu olarak tamamlamak ciddi bir sabır istiyordu ve iftarına kadar orucu sakatlamadan durabilmek gerçekten oruç kahramanıydı. O gün Allah’ın izni ve inayetiyle bir dinlenerek biraz gölgede uzanarak akşam etmiş, ama orucuma bir zarar vermemiştim.

 

Çocukluğumun Ramazanlarına dair hatırladığım bir başka husus ise teravihlerdir. Gün boyu yorgun düşen bedenler akşamın iftar serinliğinde dinginliğe eriştikten ve akşam namazını da eda ettikten sonra cemaat hâlinde camileri doldurmaya başlar. Teravihler uzun olması hasebiyle nefsimize zor gelse de şimdi ve çocukluğumda benim en çok sevdiğim tarafı hep birlikte söylenilen “salât-ı ümmiyeler”dir. Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi vesellem) toplu olarak getirilen bu salât u selamlar aynı zamanda cemaat olmanın bilincine ermenin de bir başka göstergesidir. Hep birlikte bir Allah’a inanan gönüller, bize Rabb’imizi tanıtan kâinatın efendisi, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) dua ve selâm göndermekle “Rabbimiz bir, kıblemiz bir, peygamberimiz bir” diyerek bir ve beraber olmanın şuuruna ermiş oluyor.

 

Rabbim bizleri, dini üzerinde sabitkadem eylesin, bir an olsun nefsimizle baş başa bırakmasın. Âmin.