Trajik olan AKP’nin hali. Doğrudan halk oyu ile seçilmiş bir Cumhurbaşkanı ile, hür bir seçimden –üstelik üç iktidar döneminin yıpranmışlık ve yorgunluğuna rağmen- birinci olarak çıkmış bir parti arasındaki ilişki, bu partiye olan güvensizliğin esasını teşkil ediyor. Dikkat edin “yürütmeye” dair kimi yetkilere sahip Cumhurbaşkanı ile, “yürütmenin” yasal sorumlusu hükümet arasında meydana gelmiş bir yetki çatışmasından bahsetmiyorum. Bir parti ile cumhurbaşkanı arasında tasavvur ve tahayyül edilebilecek yegâne münasebet, seçimlerde her yurttaş gibi oy vermek olabilir. Hangi cumhurbaşkanının hangi partiye oy verdiği tahmin edilse bile, bunun o makam tarafından izharı ayıptır. Biz daha vahiminden bahsediyoruz. Anayasanın tanımıyla demokrasinin vaz geçilmez unsuru olarak tavsif edilen partilerin kurumsallaşması, demokrasinin de yerleşmesi ve arazlarını giderebilmesinin birinci şartı. Bir an düşünün AKP’nin son kongresini. Bu kongre demokratik yarışa uygun zaman ve şartlarda yapılabilmiş olsaydı. İki aday, muhtemelen Gül ve Davutoğlu katılsaydı seçime. İkisinin de partililiğini sorgulamak zaten insaf dışı olur. Hangisi seçilirse seçilsin AKP kazanacaktı. Böyle bir durumda ne muhataplarının; “koalisyonu Erdoğan’la mı, AKP ile mi kuracağız?” alayları, ne güvensizlikleri olurdu. Hepsinden önemlisi ne de her hangi biri, seçmenin neredeyse yarısının oyunu almış bir siyasi partiye “ayar” vermeye cesaret edebilirdi.
AKP’nin partileşmesinin yolunun hiçbir vesayete boyun eğmemesinden geçtiğini düşünüyorum. Koalisyon görüşmelerinin bu dirayet içinde yapılması, kendisine teveccüh etmiş milyonlara, evet ben sizi temsil ediyorum, mesajını vermesi lazım. Bu mücadelesi için yeni söyleme/lafa ihtiyacı yok, 13 yıllık iktidarı döneminde bol bol kullandığı dil, mebzul miktarda malzemeye sahip. Yeter ki hiç değilse kendi kısa tarihini hatırlayacak bir devamlılık iradesi ortaya koysun. Ardından hür ve şaibesiz bir kongre yaparak, üzerindeki gölgeyi bertaraf etsin. Böyle davranmış ve kongreye gitmiş bir genel başkan, o kongreden “lider” olarak çıkar. Sezgilerim ve gözlemlerim beni yanıltmıyorsa, bizim millet mütereddit, kararsız ve zararsız tiplere pek güvenmez. Abdullah Bey geçen yıldan bu tarafa sergilediği tavırla “hakkı yenmiş”, “mağdur” pozisyonundan çoktan çıkmış gibi. Tanıdığım partililerden edindiğim intiba bu. Davutoğlu şu birkaç haftada göstereceği performansla hem ülkenin, hem de kendisinin kaderini belirleyecek görünüyor.
Vesayetsiz bir duruş, partileşmenin, partileşmiş bir AKP, demokrasinin önünü açacaktır. Bu o kadar mühim bir husustur.
Hükümete rağmen dış politikaya müdahil olan Atatürk’e; sitemle, “Paşam ne zamandır devlet işleri bu sofrada kararlaştırılıyor” diyen İnönü’ye: “unutma İsmet! Sen de o masada başvekil olmuştun” anlayışının ötesine geçecek bir tecrübeyi kazanabilmemiz, partilerimizin partileşmesiyle mümkündür.
Aksi halde “politik alzheimer”ımız sürüp gider. Bunun neticesi de ortada. Davutoğlu için iki seçenek var, ya Akbulut olacak ya da Erdoğan. Hatta ya Kutan olacak ya Gül…
Son söz Cihan Aktaş’ın olsun: “Hayatı/siyaseti hep size yapılan haksızlıklar üzerinden okudukça bir yerde tekrara düşüyor ve bu kez siz oluyorsunuz kendinize haksızlık yapan.”