Öncelikle Diyanet kurulduğu günden beri tartışma konusu olagelmiş, bu durum kimi zaman örtülü, kimi zaman açık eleştirilerle devam etmiştir. Benim çocukluğum ve gençliğimde, içlerinde aile büyüklerimin de olduğu  “ehl-i tarik” kesim, “cumhuriyet imamı” diyerek hocaları gizliden aşağılar, başta “Camikebir” olmak üzere, bazı camilerde görev yapan ve yine aynı “cumhuriyet”ten maaşını alan, aynı statüde olan, ancak “kendi yollarına mensup” imamları ise güvenilir bulurdu. Fetva alacakları zaman Müftülük yerine bu imam, vaiz veya müftülere müracaat ederlerdi. Tabi esas saik “yoldaşlık”, esas fetva mercii mensubu oldukları tarikat idi. İsmail Kara “Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam” eserinde konuyu ihatalı olarak ele alır. Başından beri Diyanet – devlet, Diyanet – vatandaş ilişkilerini inceler. Bu ilişkiler sorunlu ilişkilerdir. Ancak sorunlu olduğu kadar da önemli. Rivayet olunur ki, Menderes 1950 seçimlerinde, hem Aydın, hem de Kütahya’dan adaydır. Aydın’dan seçilemez, Kütahya’dan seçilir. Tebrike gelen Kütahyalılara teşekkürlerini ifade niyetiyle; “Kütahya için benden ne isterseniz yapayım” dediğinde, heyet biraz süre ister memleketlerine gidip müzakere ettikten sonra, kendilerini bekleyen başvekilden istekleri, “müftüyü değiştirin” olur. Bu kıssa, vatandaş için -vergi reklamlarındaki espri ile söylersek- dini hususların (Diyanet’in) yol, su, elektrikten önce geldiğini göstermesi bakımından ilginçtir. Dikkate değer bir başka yön de, güvenmedikleri kurum değil müftüdür. Nitekim Cumhuriyet tarihi boyunca, dünden bu güne, çoğunluğu teşkil edenlerin ve onları temsil iddiasıyla yola çıkanların (DP’den AKP’ye kadar), muhalefet etme ve imaj oluşturma dönemlerinde rejimle, düzenle kavgalıymış gibi görünmelerine rağmen, iktidara gelince düzene uymaları, değişmiş, dönüşmüş görünmeleri aslında bu anlayış ve bakışın ürünüdür. Bu da esasen iki yönlüdür. Hem iktidara gelen, hem oy veren bunu istemektedir zaten. Buraya kadar söylediklerim, mütedeyyin seçmene. Başkan Görmez’i görmeyenlere. Bu vatandaşların olup biten yanlışlara –ki yarısı kırkı aştı- neler oluyor demesi dini ve milli vecibedir.

 

İkinci dikkat çekici husus, daha önce Diyanet’in iktidar güdümünde olmasına ses çıkarmayan, hatta bunu devlet politikası sayıp sanan, doğrusu Diyanetle pek ilgisi de olmayanların, Görmez’le başlayıp giderek kuruma yönelen eleştirileri. Bunların bir kısmı yapısal ve “içeriden”. Bir kısmı yapıyı yıkmaya matuf ve “dışarıdan”. Ancak her ikisi de çoğunluğun dışında bu grupların. Ben tamda Menderes’ten müftünün değişmesini isteyen, sıradan ve çoğunluktan biri olarak bu önemli konuda şunları tavsiye edeceğim: Kurum ile başkanı özenle ayrılmalı, kurumun mehabeti, başkanın –hoca denildiği için daha ağırlarını kullanmayayım- garabetine feda edilmemeli. Sadece son fetva olayı bile, klasik Müslüman bir yöneticinin istifa etmesini gerektirecek vahamette, hem olay, hem de süreç. Ama lüks otomobil olayında Görmez, Müslümanlığının modernliğinin gerisinde olduğunu ispat ettiği için, bunu beklemek saf dillik olur. Yine zatı o makama getirenlerde aynı olayda, çaplarını ve saflarını ortaya koymuşlardır. Camiye gidenler olarak bizler, tavrımızı ortaya koymazsak yıpranan kurum olacaktır. Bu defa Menderes’in karşısına çıkan heyetten farklı olarak, hem içeriden –radikal tabir edilenler ve İslamcılar ki hala Diyanet’e kuşkuları devam etmektedir- hem de dışarıdan -Aleviler ve başka mezhep mensupları, başka dinden olan vatandaşlarımız ve hatta dinsiz vatandaşlar dâhil- eleştirileri dikkate alıp haklı ve olabilecek olanları hayata geçirecek bir yapısal değişimi yapmalıyız. Aksi halde kurum “hava kurumu”, “yeşilay” gibi, görüntüden ibaret kalacak, vatandaş giderek kimi hak, kimi batıl, paralel yapıların kucağına atılacaktır.

 

Hâsılı yüksek kademelerle teması olanlar, zamanın Menderes’ine Başkanı değiştirin demezse, artık yıpranan kurum olacaktır ki, kurumun önemi ortadadır.

Zamanın Menderesine sesini duyurma hususu ise, en az Diyanet kadar önemli ve vahim bir mevzudur ki, önce göz kulak sonra dil dudak iktiza eder.