Eskiden “izafi” kelimesiyle karşıladığımız göreceli
olma durumlarını, herkesin aynı şekilde, aynı anlam katmanıyla anlaması mümkün değil.
Benim anladığımı başkası benim gibi anlamayacak, başkasının anladığını da benim onun
anladığı gibi anlamam hiçbir zaman mümkün olmayacak.
Göreceli kavramların talihidir hep farklı anlaşılmak. Zaman elbette soyut olması hasebiyle
göreceli bir kavram. Farklı anlaşılmak, zaman gibi göreceli kavramlara aslında bir
ayrıcalık da kazandırmıyor değil. Bundan dolayı, şiirlerde en çok yer bulmuş, şairlerin
duygularını bazen coşturmuş bazen de onların hüzünlerini damla damla mısralara
akıtmış olan iki zaman dilimi: bahar ve güz. Birinde lalenin hâkimiyeti diğerinde ise güz
çiğdeminin saltanatı söz konusudur.
Bu yazının yazılmasına, gazetemizde, geçenlerde(29 Mart) yayımlanan “Kayseri’de
lale devri” başlığı ile duyurulan haber vesile oldu. Bizi farklı kılan, yaşarken dikkat
kesildiklerimizdir; bu farklılıklar arttıkça yazar toplum nezdinde, o itibar edilmesi
gereken konumuna yükselir. Yükselir ama yazar, bu konumunu yükselttikçe fildişi
kulelere saklanıp kalmamalı; bizzat toplumun içerisine, içerisine doğru ilerleyerek gerçek
büyüklüğünü ortaya koymalı. Çünkü büyüklüğün göstergesi mahviyet ve tevazudur;
küçüklüğün göstergesi de kendini hep büyük görmektir.
Lale devrinden lale zamanına bir hayal sıçraması, anlam köprülerinin kurulması ve bu
köprüler aracılığıyla da bir çağrışımlar dünyasına yolculuk söz konudur.
Lale, kültürümüzde oldukça büyük öneme sahiptir. Ebcet hesabına, yani her harfe
verilen birtakım değerlere göre, lalenin, hilal’in ve Cenab-ı Mevlâ’nın en has ismi olan
lafzatullah’la yani “Allah” ismiyle değerler toplamının rakamsal olarak aynı (almışaltı)
olması Nazan Bekiroğlu’na göre laleye ve hilale bir üstünlük, bir ayrıcalık sağlamıştır.
Tanpınar’ın ise lalenin çeşitli desenlere, süslemelere çük müsait bir yapıya sahip olduğunu
söylediğini ifade eder Mavi Lale kitabında Bekiroğlu.
Bahar gelince tabiatta büyük bir hareketlilik vardır. İnsanoğlunun buna bigâne
kalması mümkün değil. Lale zamanı yani ilkbahar gelince bizde bir heyecan bir h
eyecan. Bu heyecana bir de çocukluk eklendi mi heyecan zirveleri tutar artık.
Evet, ilkbahar deyince aklıma hep, ilkokul yıllarımızdaki gezi ve ziyaretlerimiz gelir.
Sizin de böyle güzel anılarınız mutlaka olmuştur bu yaz hazırlığı mevsiminde. Hoş,
öğretmenlerimizin düzenlediği geziler olmasa da biz dağlarda gezip dolaşıyorduk. Ama
bunu öğretmenlerimiz ve sınıf arkadaşlarımız eşliğinde yapmamızın apayrı bir anlamı,
heyecanı ve duygusu söz konusu.
Her yıl, nisan ayında başlamak üzere kır gezilerine çıkılırdı. Hep birlikte dağlarda,
bozkırlarda çiğdem, lale, sümbül, mor sümbül, morsaçılan, savrulcu toplardık. Çam
ağaçlarının biraz sık olduğu alanlara gitmişsek “göbelek” yani kuzugöbeği toplamanın
heyecanını yaşardık. İnsan, bir işe aynı duygu tonu etrafından kümelenen arkadaşlarıyla
gitmiş ve bu işi gerçekleştirmişse orada yaşanan zamanın hazzı bir başkadır. Kırlardan
topladığımız çiçekleri bazen annelerimize ablalarımıza hediyelerin en güzeli duygusu
içerisinde armağan ederdik. Bazen de 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı
etkinlikleri için sınıflarımızı bu rengârenk çiçeklerle süslerdik. Bu çiçeklerin kokusu bir
başkadır; o kır çiçeklerinin kokusu hiçbir zaman ne saksılardaki çiçeklerin ne de seralarda
yetiştirilen çiçeklerin kokusuna benzer. Onları apayrı ve çok özgün bir kokusu vardır.
Kırlarda, bayırlarda yetişen lalelerin, morsaçılanların, savrulcuların, mor ve beyaz
sümbüllerin görünümleri seralarda ve saksılarda yetişenlere göre daha zayıf ve cılız
olabilir. Ama dedim ya, kokuları bambaşkadır, onların kokuları fıtratın, doğalın ve doğanın
kokusudur.
Lale zamanının bende çağrıştırdığı anılardan bir diğeri de köy gezilerimizdir. Okul olarak,
sınıf öğretmenlerimizle ya hemen yakın komşu köyün okuluna ya da ona komşu diğer
köyün okullarına ziyaret ederdik. Ziyaret öncesi sınıflar diğer köyün okulunun sınıflarıyla;
sınıftaki öğrenciler de kızlar kız öğrencilerle, erkekler erkek öğrencilerle arkadaş olacak,
arkadaşlık kurabilecek şekilde eşleştirilmiştir. Biz hemen yakınımızdaki köy olan Kınıkyeri
Köyü İlkokulu’yla eşleştirilmiştik. Hep birlikte şoseden yürüye yürüye; bir saat belki de
bir buçuk saat yürümeden sonra Kınıkyeri Köyü’ne vardık. Orada okul bahçesinde birlikte
oyunlar oynadık. Sonra daha önceden eşleştirildiğimiz arkadaşların evlerine konuk olduk;
öğle yemeğini orada arkadaşımız ve ailesiyle birlikte yedik. Tekrar okula geldik; okulda
yine biraz daha hep birlikte oyunlar oynadıktan sonra geldiğimiz yolu yürüye oynaya kat
ederek köyümüze, evimize döndük.
O günden bugüne, lale zamanı geldi mi hep bu anılar canlanıverir gözümde. Köyünden
dışarıya çıkmamış, başka bir yer görmemiş öğrencilerine böylesine güzel bir sosyal
etkinlik düzenledikleri için, öğretmenlerimize her zaman minnet duymuş, teşekkürle
onları yâd etmişimdir. Bugün bu güzide mesleği icra ederken anıların bana en güzel bir
şekilde kılavuzluk ettiğini söylemeden geçemeyeceğim.