Kişiler arasındaki ilişkiler artık giderek internet üzerinden gerçekleştiriliyor. Sosyal medya ortamı, tam da Çiçero’nun bu tespitine uygun bir şekilde tezahür ediyor. Romalılar uzun konuşurlarmış, biz kısa mesajlarla iktifa ediyoruz. Ancak sosyal medya çok uzun bir zamanımızı işgal ediyor. Romalılar belki uzun konuşma esnasında, nispeten düşünme imkânı da bulabiliyordu. Biz, bizi oyalayıp uyuşturmak üzere üretilmiş anlamsız, güzel lafları tekrar ederek, sanal bir zeminde iyice sığlaşıyoruz.
Faili olduğumuz, bizi geliştirip zenginleştirecek, hakikati anlamamıza yardım edecek hayal gücünün ürünü olan “hayalî”nin yerini, birilerinin bizi edilgenleştirip, bilinçaltımıza nüfuz ederek “sandırdığı” sanallıklar aldı.
Düşünmeye de, hayal kurmaya da vaktimiz yok. Empoze edilenleri tekrar etmek suretiyle konuşuyoruz. Zihnimiz yorulmuyor ve en önemlisi siyasi risk almamış oluyoruz.
Hepimiz mi? Korkarım evet. İlim – irfan, düşünme – tefekkür, bir toplumda, kademe kademe, bir piramit gibi olmak durumunda elbette. Ancak şu rakamlar meramımı uzatmadan anlatır sanıyorum.
İçlerinde İstanbul, Ankara, Dokuz Eylül, Uludağ, Boğaziçi, ODTÜ, İTÜ, Anadolu, Selçuk, Yıldız Teknik’in de bulunduğu 16 büyük üniversitemize, bütçeden yıllık toplam; 6.563.939.000 TL ayrılmış. Diyanet’e ayrılan bütçe: 6.500.000.000. Aynı dönemde Harward Üniversitesinin bütçesi: 25.200.000.000 TL. Yükseköğretimde hedefimiz “yerli – milli”. Diyanet’in ürettiği proje ise evlere girmek, evlere şenlik, minel acaib ve minel garaib, cemaat ve tarikatların on yıllardır yaptığı gibi.
Bu kafayla gidersek, bu kaynaklarla ancak ve ancak “yerli ve milli” olabiliriz zaten. Oysa cihanşümul / evrensel hitaba sahip bir dinin müminlerinin, bir milletin mensuplarının, bir devletin müntesiplerinin varisleriyiz. Sır burada.
İlber Ortaylı: "Seçkin adam yetiştiremezseniz, ithal etmek zorunda kalırsınız!" diyordu bir söyleşisinde. Tablo bu…
Çiçero’nun “bilgisizdik” sözüne dönersek. Malum, bilgi sözcüğü bir anlamıyla bilmeye, bir başka anlamıyla haberdar olmaya işaret eder. Yukarıdaki bütçe rakamları, bilginin ilk anlamıyla hal-i perişanımızı ifadeye kâfidir sanırım. Haberdar olma hususunu, mevcut yasalar, televizyonlar ve gazetelerin genel durumu, konuların öncelik sıralamasından veriliş biçimine kadar maruz kaldığımız haberdar edilme tutumunu da göz önüne alarak, Romalılardan daha mı bilgiliyiz, siz takdir edin.
Bilgide buradayız işte.
“Batının bilim ve tekniğine karşılık bizimde…” diye başlayıp devam eden anlamsız mukayese ve kendimizi kandırma kalıplarının garabetini değerlendirmeyi bir başka sefere bırakarak bir imanımız olduğunu kabul edelim.
Onların bilgilerine karşılık bizim imanımız var diyebilecek halde miyiz peki?
''Önemli olan”, diyor Walter Benjamin, Brecht'i Anlamak isimli eserinde, “kişinin neye inandığı değil, inandığı şeyin onu ne yaptığıdır.''
Dünyanın ekolojik olarak sürdürülemez bir hayat tarzı içinde olduğu, durdurulabilmesi veya geriye döndürülmesi giderek imkansızlaşan bir felakete sürüklendiği, Müslümanların hallerinin zikrinin bile yürek paraladığı, şehirlerimizi katlettiğimizin en yüksek makamlar tarafından itiraf edildiği, uyuşturucudan fuhşa her türlü melanetin kol gezdiği, adaletsizliğin alıp başını gittiği bir zamanda, insanlığa alternatif sunup örnek olma yerine, her geçen gün daha çok “onlara” benziyorsak, ya inandığımız şeyde, ya imanımızda yada bizde bir sorun var demektir.
Evet esas soru bu: Ne oluyoruz?