Yani film dışı etkenler de bir filmin algılanma, değerlendirme sürecine dâhildir. Ama sıradan bir sinema seyircisi, izlediği filmle ilgili değerlendirme yaparken anlatmaya çalıştığım bu dinamiklerin farkında olmayabilir. Bu etmenlerin farkında olması gerekenler, kendilerini bu etmenlerden muaf tutması gereken eleştirmenlerdir.

Ama bazı filmler vardır ki insanın kendi hatıraları dışında değerlendirmesi bir hayli zordur. Zira hatıralarla o film bütünleşmiştir artık. İnsanın kişisel tarihine damga vurmuş filmlerdir bunlar. Bu filmleri ve izlediğiniz dönemi, hayatınızda nasıl olup da yer ettiğini işin içine katmadan değerlendirmeniz çok zordur. 1979 yapımı bir Yılmaz Güney filmi olan Sürü, benim için öyle bir film.

unnamed

Bir defa Sürü benim sinemada izlediğim ilk filmdi. Ben bu filmi gösterimde olduğu yıl Kayseri’nin Kiçikapu mahallesindeki Oğulcuklu Sineması’nda amcamla beraber izlemiştim. O yaşta bir çocuğun böyle bir filmi pek izlediği söylenemezdi tabii. Çocuk aklımla felaket sıkıldığımı hatırlıyorum; hatta birkaç kez kaçmaya, lobiye çıkmaya çalıştığımı… O günden sonra sanki film silindi gitti de aklımda sâdece sinemaya gitmiş olmanın idraki kaldı. Sonraki yıllar 80’lerdi; ideolojik önyargıların baskın olduğu, demokrat sanatçıların şeytanlaştırıldığı, Yılmaz Güney adını anmanın bile zor olduğu yıllar… Bu durum 90’ların sonuna doğru biraz gevşese de digitâl ortam bugünkü kadar gelişmediğinden, bu ilk göz ağrım Sürü filmini tekrardan izlemem epey bir zaman aldı. Ve Sürü’yü yıllar sonra tekrar izlediğimde ise, tabii konusunu, filmin genel hatlarını hatırlayamasam da bazı detayları hatırlayabildim. Kasabadaki silahlı çatışmayı hatırladım meselâ; üzerlerine gazete kâğıdı örtülmüş cesetleri… Yaman Okay’ın canlandırdığı Abuzer’in sara nöbetlerini hatırladım. Sürü’yü aradan geçen uzun yılların ardından hâlâ da ara ara izlerim.

Film, hayvancılık yaparak geçimini sağlayan konar-göçer Veysikan aşiretinin kendilerine ait koyun sürüsünü, satmak için trenle Ankara’ya taşıma macerasını konu alıyor. Aşiretin reisi Tuncel Kurtiz’in canlandırdığı Hamo’dur. Hamo’nun oğlu Şivan, düşman Halilan aşiretinin kızı Berivan’la evlidir. Berivan üçüncü çocuğunu da doğurduktan hemen sonra kaybetmiş, o gün bugündür konuşmayan-konuşamayan biridir. Şivan karısının konuşmuyor olmasına dertlenerek hocalardan medet umsa, doktorlara gitse de çözüm yolu bulamaz. Bir yandan karısının rahatsızlığıyla bir yandan git gide gerileyen hayvancılıkla bir yandan da bastırmakta zorlandığı babası Hamo ile mücadele etmekte zorlanan Şivan, çareyi şehre göç etmekte arar. Zira bazı yakınlarıyla da irtibatta olduğu Ankara’ya göç ederse iş bulup kendisine yeni bir hayat kuracak, çok sevdiği Berivan’ın büyük şehrin imkânları dâhilindeki bir hastanede iyileşmesini sağlayacak, babası Hamo’dan da uzaklaşacaktır.

İnsan baş etmekte zorlandığı sorunları yaşadığı çevre ile ilişkilendirmeye eğilimlidir. İnsanoğlunun büyük gözaltısı, sıkışmışlığıdır bu. Bu probleme bir nev-i merkez-çevre ilişkisi açısından bakarsak insanoğlu mutsuzluğuyla, merkezi dışındaki çevreyi umut hâline getirir. İnsanın tıpkı Umut filmindeki gibi yaşadığı merkezde bir çare bulma çabası da vâkidir, Sürü’deki gibi merkez dışındaki çevreyi umut hâline getirebilmesi de. Oysa Şivan’ın umudunu doğrulttuğu çevredeki dış dünya da neredeyse merkezdeki iç dünya kadar acımasızdır. İnsanın cebindeki parayı çalan fahişeler vardır bu dünyada. Türkü söylediği için hapishaneye götürülenler vardır. Müthiş bir klostrofobidir bu; ne içerde ne dışarda kaçacak bir yer yoktur. Berivan gibi bazı insanlar çareyi susmakta bulurlar.

Hamo ise bulunduğu çevreden henüz umudunu kesmemiş biridir. Bu nedenle de düzeltme çabasında, düzeleceğinde ısrarcıdır; belki bu nedenle çare üretmede kolaycıdır da. Meselâ Berivan’ın hastalığıyla ilgili bizzat Berivan’ın kendisini sorumlu tutar. Ne de olsa o bir Halilan’dır. Ona göre aşiretin ekonomik açıdan kötüye gitmesinin nedeni de bir uğursuzlukta, Berivan’da, Berivan’ın Halilan ailesine mensup oluşunda saklıdır.

Kabile yaşantısına özgü sebepsiz düşmanlıkların da yaşandığı böyle bir ortamda Veysikan aşireti üyeleri, Berivan ve Şivan da dâhil koyun sürülerini Ankara’ya götürmek için yola koyulurlar. Sürü daha yolun başında, Pervari sokaklarında silahlı bir çatışmanın ortasında kalır. Ardından yükleneceği tren garında hastalıklı oldukları bahanesiyle birkaç tanesi rüşvet niyetine alıkonulur. Ve uzun tren yolculuğu boyunca da hastalık, sakatlık, ölüm, hırsızlık… Sürünün peşini bırakmaz. Yolculuk sırasında epeyce bir kayba uğrayan sürü, Ankara’ya vardığında da Veysikan aşiretine pek bir şey kazandırmadan elden çıkar. Berivan Ankara’da ölür. Şivan bir cinnet anında işlediği cinayet nedeniyle hapse düşer. Sülo da şehrin kalabalığında kaybolunca Hamo yapayalnız kalır.

Burada sürü imgesi ile aşiret, kabile düzeni arasında metaforik bir ilişki kurmak mümkündür. Nitekim yol boyunca sürünün başına ne gelmişse, aşiret üyelerinin başına da gelir. Ayrıca sürü masumiyeti simgeler. Şivan’ın bakış açısıyla kabile düzeninin (merkezin) kendi içindeki olanca acımasızlığına rağmen, dış dünyanın (çevrenin) karşısında ne kadar masum kaldığına tanık oluruz. Dolayısıyla Şivan gibi merkezde mutsuz olan insanları, çevrede daha büyük bir mutsuzluk, bir hayâl kırıklığı bekler.

Sürü hikâyesiyle hem bir edebi başarı hem de bu hikâyenin sinemaya aktarımıyla bir yönetmenlik başarısı. Ve bu filmi ancak Yılmaz Güney’in dehasına yorulabilecek özgün bir yol hikâyesi olarak okumak mümkün. Ve bu yol hikâyesi onun diğer toplumcu filmleri gibi, sinemada kendisinden önceki dönemin tam aksi bir gerçeklikle işlenmiş. Acımasız bir gerçeklik bu; her insanın öyle kolay kolay yüzleşemeyeceği, hayatî bir gerçeklik. Bu açıdan bakıldığında “Türk sineması, Yılmaz Güney sinemasıdır” diyebiliriz.