Oradayken, anneannemin evindeki o rengi solmuş plastik çiçeklerin ve diğer eşyaların kendine has kokusu gelirdi burnuma. İstanbul’a ilk taşındığımız zamanlar ve orada komşuların, bir tepsi çayla kapı önüne oturup sohbet ettiği yaz akşamları… Aile büyüklerimizin nasıl olsa aklı ermez diyerek alenen konuştukları, çoğu kez de etkileniriz diye kapı ardında fısıldaştıkları şeylerin çocukların zihnindeki halini o kadar güzel anlatmış ki, yaşımın küçük olduğu dönemlerde yaşanılanları büyüklerden farklı olarak hissedişim noktasında yalnız olmadığımı gördüm sayfaları çevirirken.

Yani belki de bazı kitapları özel yapan şey budur. Bazı insanlar kendisine yeni bilgiler sunan, farklı hayatlardan bahseden ya da rutin akışında olan hayatından dolayı daha entrika dolu kitapları okumak ister. Ben ise genellikte ayrıntılarda yaşayan biri olduğum için bana, hiç sebepsiz aklımda kalan, fakat yeri ve zamanı gelmediği için zihnimin gerilerine ittiğim bir kelimeyi bir hissi ya da bir an’ı hatırlatan yazıları, kitapları seviyorum. Ve tam da bu özelliği sebebiyle, konusu ve tarzı faklı olsa da Devir kitabını, Aslı Erdoğan’ın Kabuk Adam‘ına benzettim. Çünkü aynı hisleri, olaylar farklı olsa bile onun sayfalarında da hissetmiştim. Bu benim için gerçekten çok önemli.

Şimdi biraz da kitaptan bahsedelim.

Temelkuran bu kitabında, ülkeyi 12 Eylül Dönemine sürükleyen olayları, iki çocuğun gözünden anlatıyor.

Kahramanlarımız Ali ve Ayşe adında iki küçük çocuk. Ali, elektriği olmayan yoksul bir gecekondu semtinde, anne ve babasıyla yaşayan, “faşist, diktatör, devrim” kelimelerini sıkça duyan ve bunları büyük bir özenle hafızasına kaydeden bir çocuktur. Yaşadıkları yer ise devrimcilerin, solcuların elinde olan bir bölgedir. Ali’nin babası, kitabın bir diğer kahramanı olan Ayşe’nin babasının iş yerinde çalışan bir işçidir. Ve Ali’nin ailesi, ülkenin yaşadığı o büyük buhrandan payını alanlardandır.

Diğer kahramanımız olan Ayşe ise, anne babasıyla ve anneannesiyle yaşayan orta halli bir ailenin çocuğu. Annesi eski devrimcilerden olup artık mecliste çalışan bir kadındır. Ayşe’nin arkadaşı olmadığı için genellikle ona ” Tonti!” diye seslenen anneannesiyle vakit geçirmektedir. O dönemde ülkede yaşanan olaylar Ayşe’ye bir oyunmuş gibi anlatılmaktadır. Ve hatta bu yüzden Ayşe, evlerinin yakınındaki karakolda gençlerin işkence görmesini ya da sokaklarda yapılan eylemleri eğlenceli birer oyun zannetmektedir. Ali ise Ayşe’nin aksine yaşananları tüm çıplaklığıyla görenlerdendir.

Her iki çocuk ta, her ne kadar farklı koşullarda yetişmiş olsalar bile ortak olan bir noktaları vardır. İkisi de kimsenin farketmediği detaylara takılmaktadır. Mesela Ayşe, duyduğu her kokuyu bir şeye benzetmektedir. (Anneannesinin odasındaki o kendine has kokuyu tiyatroya benzetmesi ya da huzursuzluğun hakim olduğu günlerde salonun mutsuz koktuğunu söylemesi gibi… ) Ali ise çok sevdiği devrimci bir ağabeyinin çakmağını adeta bir yemin gibi cebinde taşımaktadır. ( Tabii bir de ipler vardır cebinde)

Bir gün, Ayşe’nin babası Ali’nin babası olan Hasan Efendi’ye maddi durumlarından dolayı çok üzülür ve karısına evde temizliğe yardımcı olarak çalışmasını önerir. Ve Ayşe’lerin evine annesiyle birlikte Ali de gelir. Böylece iki çocuğun arkadaşlığı başlamış olur.

Bu arkadaşlık süresince birbirlerine çocukça sözler verirler. Ve bir gün Ali, Ayşe’ye ipek kozalağı getirir. Çünkü Ayşe annesinden “Kelebekler meclise giremez!” sözünü duymuş ve tam da bu yüzden Ali’den ipek kozalağı istemiştir. Ali ise kafayı kuğulu göle takmıştır. Çünkü, mahallelerindeki, bir devrimci ağabeyinin cenazesinde ”kuğu donunda dünyaya gelmek” sözünü duymuştur. Böylece ölen devrimcilerin dünyaya kuğu olarak geleceğini zannetmektedir. Bu yüzden Ayşe’nin görevi kozalakları meclise sokmak, Ali’ninki ise Kuğulu parkın kuğularını kurtarmak. ( O dönemde kuğulara, kaçmasınlar diye kanatlarındaki kıkırdağı kırarak bir operasyon yapılmaktadır.)

Yani Ali ve Ayşe’nin, yaşları kadar, yaşadıkları kadar algıladıkları o buhranlı dönemi atlatabilmenin yolu, bu iki hedefi gerçekleştirmekten geçmektedir.

Kısaca özetlemek mümkün olmasa bile ( Çünkü, uzun uzun anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki) en azından toparlayayım.

Devir, 1980leri iki çocuğun gözünden anlatıyor bizlere. Ayrıca ilk okul kitabı formatında hazırlandığı ve “Ailemizi Tanıyalım”, “Erken Yatalım, Erken Kalkalım”, “Şehrimizdeki Müzeler ve Doğal Güzellikler”, “Ahlak Bilgisi” gibi başlıklarına da bakılırsa, gündelik bir hayat ansiklopedisidir aslında. Kitaptaki tüm kahramanların kafayı sadece o devrin siyasi akışına taktıkları sanılmasın. Çünkü, ” darbe, sağ ya da sol yaptırımlar” kadar Zeki Müren ve Bülent Ersoy’un cinsel tercihi de gazetelerde yerini düzenli olarak alan ve halkın bir kısmının büyük bir duyarlılıkla takip ettiği konular arasında olmuştur.

Son olarak,“Unutmamak ile hatırlamak aynı şey midir? Yaşananlar, yani “hayat” yeni devirlere, kuşaklara nasıl geçer? Hangi izleri bırakır?” gibi soruların cevabını hafızanıza bir daha asla silinmemek üzere kazıyan ” DEVİR”i gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz. Şimdiden keyifli okumalar