Çağımızın ünlü düşünürü Jean-Luc Nancy; “Hristiyanlığın gelişiyle birlikte ortaya çıkan kültürün köklü dönüşümü, bir tapınma ya da batıl inanç olan dinden, sınırsız bir ufku olan evrensel bir bakış açısına doğru bir ayrılmaydı. Evrensel olan Hıristiyan düşünce özgürlüğünün ‘bütünü’, her şeyden öte, sınırsızlık anlamına gelir: Putlar artık yoktur, onun yerine açık bir sonsuzluk vardır. Bu yüzden, aynı zamanda girişim için güç de vardır: Kendimizi dönüştürebiliriz ve dönüştürmeliyiz, dünyayı dönüştürmeliyiz, sınırsızca. Hıristiyanlık kendisini hümanizm, kapitalizm ve teknik gelişme olarak maddileştirdi.” Diyerek bir muazzam tarihi panorama çiziyor.

 

İki tespiti birlikte düşündüğümüzde, biri günde kırk bir kere “doğru yolu” bulabilmek için yakaran ancak şuurunda olmayan bireyi, diğeri doğru yolu bulabilmek arayışında maddileşen bir “medeniyeti” ifade ediyor. Gözünü “maddeye” dikmiş insanda ise, iradesini başkalarının emrine vererek kalabalığa karışan ve arayışından vaz geçerek mensubu olduğu cemaatin içinde kaybolup sürüleşen bir sosyallik ortaya çıkıyor.

 

Müslüman’ım diyenle Hristiyan’ım diyen arasındaki fark sadece görüntüde kalıyor. Galiba batı, bireyi kutsayıp açıkça putlaştırarak, önlerine çıkan her mukaddesi, her iyiyi de yıkarak, Müslümanlar ise sorumluluklarını başkasına (şeyh, mehdi, imam, seçilmiş kişi vb.) ciro edip esas mükellefiyetleri olan özgür düşünceden ve hakikat arayışından kaçarak, heva ve heveslerinin esiri olup “kafalarına göre” davranmayı özgürlük sanıyorlar. Din de tam bu yolla çıkıp gidiyor hayatlarıımızdan.

 

Batının serencamına bakınca bunu açıkça görüyoruz. Din adamlarının tasallutundan kurtulmak uğruna yapılan uzun mücadeleler tarihi diyebiliriz modern düşüncenin macerasına. Mücadele sadece din adamlarından kurtulmalarıyla değil, dinden tamamen uzaklaşmalarıyla sonuçlanıyor. Müslümanlarda ise bu iki yönlü yürüyor gibi. Bir yandan dünyevi (bence esas işlevi bu dinin) hayatlarında olabildiğince dini sınırlandırmak, nefislerince hareket edebilmek, diğer tarafta, belli zamanlara mahsus ritüeller ve mensubiyetler tesis edip, neredeyse her şeye ya mubahtır fetvası veren, ya da sözde İslami alternatiflerini uyduran bir arınma mekanizmasıyla, özden şekle yuvarlanma şekline dönüşüyor.

 

Bu Sennet’in “karakter aşınması” kavramı ile dile getirdiği durum, her geçen gün yaygınlaşıyor.  Aşınmış karakterli bireyler, cemaatlere bölünmüş faşist toplulukları ortaya çıkarıyor. Badiou: Çok moda olan “radikalleşmişler” terimi yerine “faşistler” terimini tercih ediyorum. Benim faşizm diye adlandırdığım, kapitalizmin doğurduğu ve milliyetçi, kimliksel bir söylemle iç içe geçen bir halk öznelliğidir. Faşizm tepkisel bir öznelliktir… Faşistleştiren İslam değil, faşistleşme İslamîleştiriliyor. Din bir formalizmdir/biçimciliktir sadece; intihar eylemine ve ötekinin öldürülmesine geçiş üzerinden kendini kurtardığını zanneden hüsrana uğramış bir öznelliği tatmin etme olanağı veren genel bir kılıf önerir.” Diyor.

 

Nancy’ye yeniden dönersek; “Özgürlük, sahip olduğumuz bir güç ya da bizim tasarrufumuzda olan bir hak değildir. Özgürlük, varoluşumuzun programlanmış olmadığı ve kendi yolunu bulması gerektiği gerçeğine dayanır.” Anlayışıyla bakarak her şeye, doğru yolu bulabilmek için kavramları yeniden ve yeniden düşünmeliyiz özgürce. Ve özgürce yakarmalıyız “Bize doğru yolu göster” diye. Yaratıcı bizi tek soruyla imtihan etmiyor, her nefeste pek çok alternatif çıkıyor karşımıza ve bunun ne sorularını çalabiliyorsunuz ne de hazır bir cevap anahtarı var galiba.

 

Dindar dinsiz, dünyevi uhrevi her türlü kurtuluşa ermişler, formülü bulmuşlar her dogmanın müminleri, biliniz ki yolunuz doğru yol değil.