Dünyaya gelmesi için ne emekler vermişlerdi kocasıyla birlikte. Tabii o zamanların tedavisinde tüp bebek yöntemi henüz gelişmemişti. Nerede türbe varsa nerede duası kabul edildiğine inanılan kimse varsa onlara başvurmuşlardı. Son olarak da (-iç Anadolu da özellikle de Nevşehir’de “ocak” diye evine koşulan insanlar vardır. Bu insanların nefesinin kuvvetli olduğuna inanılır ondan medet umulur. Ocak olan kadın veya erkek, her tür derde bir deva sunar, inanca göre -) ocak olan kadının duasını almışlar. Birkaç öğretiyi de bir müddet uygulamışlardı. Nihayetinde hamile kaldığını öğrenmişti. Heyecan kayınvalidesinden, ailenin en ufağına kadar herkesi sarıp sarmalamıştı, yıl 1957. 9 ay boyunca yatmak zorunda kalmış, düşük yapma riskini düşünmek dahi istemiyorlarmış. Evladını kucağına alacağı gün geldiğinde büyük bir sancı ve kanama, çığlık çığlığa 8 saat tam tamına 8 saat boyunca acı çekmiş, o günleri dün gibi hatırlıyordu. Köyde ki ebe işinde ustaymış ki, sağ salim evladını kucağına alıvermiş. Kocasının elinden her iş gelirmiş ve doğan evlatlarına tahtadan beşik yapmışlar.
Çocuk erkek olduğu için beşiği maviye boyamış kocası. Çocuk gün geçtikçe daha da güzelleşmiş. Simsiyah gözü, saçı, uzun kirpikleri, beyaz teniyle görenleri hayrete düşürüyormuş. Her gelenin bir parça gözü kalmış ki 6 aylıkken çocuk bir gece de hastalanıp ölmüş. Anneannem, Nedim Dayımı bu şekilde anlatıyor ve mavi gözleri dolup, damla damla yılların derin çizgiler bıraktığı yanaklarına düşüyor. O çocuğu, diğer beş çocuğunun en güzeliymiş, nazara geldiğini söyler ve nazardan sakınmamız gerektiğini dile getirir her zaman düğünlere giderken göğsüme çörekotu atar ve yumuşacık eliyle vücudumun her yanına elini sürerek bildiği bütün sureleri okur. Usul usul dudakları arasında dualar geçer gider, kabul olunacak mertebeye. Nazar inceden inceye dikkatimi çekmeye başladı. Neydi ki? İnsanı nasıl öldürebilirdi? Korunmak için bizimkiler nasıl önlem alırdı bunu irdelemeye başladım. Bu konu hakkında yeni nesil’in pek bir bilgisi yoktu. “Eski toprak” diye tanımladığım asırlık çınarlarımıza sormalıydım sorularımı.
“Anneanne” diye seslendim. Şefkatli, mavi gözlerini bana çevirdi, dinliyordu ve bende devam ettim “Bana nazar değse nasıl anlayabilirim? Kimlerden değer ki? Ne diye değecek hem? Peki ya nasıl önlem almalıyım?” dedim. Anneannem, “Nazar öyle bir şey ki deveyi tavaya, insanı mezara sokar. Nazar değdiğinde elin kolun tutmaz, isteksiz olursun hastalanırsın, kusarsın, amel olursun, daha niceleri var Allah korusun gızım. Genelde açık renk gözleri olanlardan değer derler eskiler, kem bakmakla değil sadece aşırı sevgiden de olurmuş. Güzel alımlı olmak, akıllı başlı olmak bunlara çok nazar ederler. Senin açık sözlülüğün, dürüstlüğün pek bir biliniyor, haberin olsun” diye yarı endişeli yarı hoşuna gitmiş bir söz iliştirerek devam etti. “İşte bu isteksizlik gibi diğer hastalık belirtileri varsa özellikle bir an da baş ağrısı nazarın verdiği rahatsızlıklara, evveller, tuz çevirir, ocakta ateşe verip yakınca iyileşeceğine inanırlardı. Bende yaparım, bir başka yöntem olarak da üzerlik tütsülenir ki hane de nazar varsa diye evin her odasında gezdirilir” dedi. Elbette ben bu tüyoları duyar da durur muyum?
Göstermesini istedim, nazar savıcılarını. En son olarak kurumuş üzerliği yaktık. Odalarda gezdik birlikte, evin her odası, hafif yanık kokulu dumandan nasibini aldı. Güneş batmak üzereydi. “Güneş evine gidiyor, tütsüledik evi, yanan üzerliği suyun altına tutup ıslatacağız, sonra da atacağız” dedi. Hepsini en ince ayrıntısına kadar izledim. Çöple buluşan üzerlik, bende bir rahatlamaya sebep olmuştu.
Belki de her şey zihinde başlayıp, zihinde bitiyordu. Bu ritüeller, bir amacın parçasıydı. Ve O akşam, yirmi bir yıllık yaşamımda geçirdiğim en huzurlu akşamdı.